Monday, October 23, 2006

GURBETTEN SILAYA BAYRAM!

Uzaklarda bayram nasıl olur derseniz bilin ki memleket tadı yoktur. Ne tatildir bayram, ne akraba vardır yakında gidilecek, ne de yaşlı vardır eli öpülecek. Zaten gitmek için zaman ve heves gerekir.

Ezan sesinin duyulmadığı bir ramazanda hele bir de oruç tutmuyorsanız bayram bayram değildir hiç. Ne çocuklarımız bilir ne olduğunu, ne de biz yaşarız aynı heyecanı! Kimse de kimseyi ziyaret etmek için pek çaba göstermez. Ramazan bitmiştir, o kadar! Bayram ruhu meftadır burada.

Gerçi memlekette değil midir? Orada da bayram, tatil firsatı ile yer değiştirmiştir. Akraba ziyareti de ne demode bir şeydir!! Gidip de eski toprakların abuk sabuk hikayelerini dinleyip de ne yapacaksınız!? Zaten büyükanneniz, dedeniz, teyzeleriniz amcalarınız hatta anne ve babanız hep böyle kalacaklar. Onları ziyaret edip sohbet etmek için daha çoookkk vaktiniz olur. Hah siz öyle sanın! Birinin dediği gibi kontağın ne zaman kapanacağı belli değil. Dikkat edin de topraklarına konuşmak zorunda kalmayın. Öyle uzakta olduğunuz bir gün gidiverirler aniden, sonra isteseniz de bayramda öpecek el bulamazsınız. Iki sevdiğim insan ben uzaklardayken öldüler. O zaman karar verdim cep telefonu almaya ama onlar ne geri döndüler ne de bir daha göründüler. Ha bu gün, ha yarin darken anneannem tarihi ile birlikte göçtü. Şimdi babaannemin tarihini kaydetmek için yanar tutuşurum ama ha deyince aşılmıyor bu mesafe.

İşte memlekettekiler dışarı çıkmaya çalışırken bayramda, biz içeri girmeye çalışırız şimdi!

Üstelik artık bizlerin bile anılarında vardır bir bayram, her yıl dönüp ısıtıp andığımız. Hep büyüklerimiz derdi biz çocukken “!ah nerdee o eski bayramlar!” diye. Dinler dinler hayal etmeye çalışırdım acaba eski bayramlar ne kadar güzel olabilirdi? Acaba biz de bir gün böyle konuşur muyduk? Konuştuk! Hem de çok erken!! Bizim en azından anılarımızda bir bayram kaldı. Ya çocuklarımız!: Onların yaşanmış bir bayram anıları bile yok burada!!

Yine de ben, memlekettekilere ve memleket dışındakilere mutlu bayramlar dilerim.Ziyaret ettiğiniz evlerde benim için de bir dilim baklava yiyin. Aman dikkat edin hazir baklava sevmem, cevizli veya findıklıyı tercih ederim. Kadayıf da makbulümdür ama o da ev yapımı olacak. Ev baklavası bulmakta zorlananlara ev baklavası yapanların adreslerini verebilirim. Benim hakkımı gider yersiniz. Bunlar dışında benim adıma hiç bir tatlı yemeyin olur mu?! Sakın şeker komasına filan da girmeyin. "Ümran rica etti daha fazla yemem lazım" deyip suçu da benim üzerime atmayin!

Ha bir de, atabilen varsa benim adima bir rulo catapat atsin bakalim

Sunday, October 15, 2006

TÜRK’ÜN DOSTU NEDEN YOK?

Geçenlerde katıldığım “Türkiye AB üyeliğine ilişkin bir konferansta Türkiye’yi hareretle savunan konuşmacının Arap olduğunu öğrenince şaşırdım. Önce Arap aksanı ile konuşan bir Türk sanıp şaşırmıştım ama Arap olduğunu öğrenmek daha şaşırtıcı geldi. Neden mi? Yıllardır bilirim ki hiç bir Arap gazetesi Türkiye’ye sataşmadan bir gününü geçirmez. Onlara göre Türkiye İslam dünyasına ihanet etmiş bir ülkedir ve bir hatamızı yakalamak için ellerinden geleni yaparlar. En sevdikleri politikacımızın kim olduğunu da söylememe gerek yok sanırım.

Hatta o kadar ileridir ki düşmanlık boyutu korku hikayeleri türetilmiştir. Efendim Türkler koyunun karnından kuzuyu çıkarıp yiyecek kadar vahşi ve insafsız imişler.
İtalyan’ların çocuklarını “Türkler geliyor” diye korkuttuklarını ve kitaplarında bizi şeytan şeklinde çizdiklerini biliyordum ama yüzyıllar boyu beraber yaşamış olduğumuz milletlerin bize böyle bir düşmanlık beslemiş olmalarını koynumuzda yılan beslemek gibi algılamam yanlış olmadı sanırım.

Bunları bilmeme rağmen Arap akademisyen ile yaptığım kısacık görüşmede öğrendiklerim beni hem şaşırttı hem de çok üzdü. Kendisine sorduk “ neden Türkiye Avrupa ilişkilerine merak sardın?” diye. Babasından gelen bir makaleyi araştırırken başlamış her şey. Hemen ondan çok öncesini açıklama gereği duydu; “bize” dedi “Kuveyt’de okurken okulda 3 düşman öğrettiler; Türkiye, İsrail ve İran”. Şimdi İsrail ve İran düşmanlığının sebepleri bariz de Türkiye niye düşman? Osmanlı çok zulmetmişmiş!! Ya bizim tarihçiler yalancı ya onların ki! Uzman değilim ben bilemem ama kandırılan bir taraf olduğu gerçek.

Hemen ekleme yaptı akademisyen“ ama biz Amerika Irak’ı işgal ettiğinde asıl düşmanın kim olduğunu gördük. Arap ülkeleri ABD uçaklarına geçiş izni verirken düşman bildiğimiz Türkiye ‘hayır’ dedi. İşte o günden beri Arap halkı Türkiye gerçeğine uyanmıştır. Şimdi Türkiye’ye farklı bakarlar.” Güzel! Arapların gönlünü kazandık peki diğerleri ne olacak? Hepimizin bildiği bir gerçektir ki Kıbrıs halkının bir kısmı da çıkartma sonrasında adaya yerleşen Türkiye’lilerin hoş olmayan davranışlarından dolayı Türkiye’lileri sevmezler. Onları dinlerseniz hak verirsiniz.
Bunlar yetmezmiş gibi bir kaç gün once Bulgar göçmeni bir Türk gencin yorumları da yüreğimizden vurdu. “Yıllar boyu Türkiye için yaşadık, hatta ölürdük ama Türkiye’ye göç edince bize yapılanlar karşısında şoke olduk. Hayalimizdeki Türkiye paramparça oldu, bir anda vatansız kaldık!” dedi. Anlattıklarını dinleyince hak verirsiniz ama acı olanı “Osmanlı ne yapmış ki? Ne yol yapmış, ne köprü yapmış. Gittiği yere bir katkısı olmamış” demesi oldu. Bize Osmanlı gittiği yere imaret götürmüş dediler hep. Biz mi tarihi yanlış öğrendik onlar mı? Peki asıl düşmanımız kim? Kendimiz mi, başkaları mı? Biz nerede yanıldık?

Sunday, October 08, 2006

İSTİFA ETTİ Mİ, ETTİRİLDİ Mİ?!

İşyerlerinde kahve sohbetlerine konu olan, bazen de günlerce şirketi sallayan sorulardır bunlar. Özelikle de giden bir yönetici ise ve hele de sevilmeyen biri ise… Bir sürü hikaye anlatılır durulur ve giden de kendi haysiyetini kurtarmak için hikaye üstüne hikaye yazmak zorunda kalır.

Geçtiğimiz günlerde işten ayrılan bir arkadaşımızın ardından yine benzer sorular ortalığa döküldü. Ben de İnsan Kaynakları tecrübelerimden yola çıkarak ve bu konuda pek çok örnek yaşamış biri olarak bu soruların cevapları için bazı ipuçları vereyim dedim. Kimbilir, belki bir gün birilerinin işine yarar.

Nasıl anlarsınız bir yöneticinin kendisinin mi gittiğini yoksa gitmeye mi zorlandığını?

Öncelikle kendi isteği ile işten ayrılan bir yönetici personeline, çalışma arkadaşlarına şahsen, kişisel olarak veda eder. Aniden ortadan yok olmaz! Hele de kimseye veda etmeden asla… Bir yönetici her zaman personeli ile konuşur. Bu konuda utangaçlık olmaz. Bu bir yönetim sorumluluğudur! Yani siz onun ağzından duyarsınız gideceğini.

Zaten bir yönetici istifasını son günde bildirmez personeline. En az 2 hafta önceden bildirir ki şirkette bir kriz çıkmasın. Bildirmemişse kendisi de bilmemiş demektir.

Eğer yönetici kendinden daha üst seviyedeki bazı yetkililerin, denetçilerin gelmesi üzerine ortadan yok oluyorsa, onun adına başka bir yönetici personele o kişinin ayrıldığını bildiriyorsa ve veda mesajını bir kaç gün sonra gönderiyorsa çoğunlukla bilin ki o kişi ayrılmaya zorlanmıştır . Onun veda mesajı göndermesine izin verilmiştir ve mesaj gönderilmeden önce içeriği kontrol edilmiştir. Hiç bir kurumsal şirketin yönetim kurulu şirketteki önemli yöneticilerin, özelikle de iyi hizmet vermiş yöneticilerin personeline kişisel olarak veda etmesine engel olmaz, tam tersine destekler. Bu yazılı olmayan bir kuraldır.

“Efendim biz kendi projemizi uygulamak üzere grup olarak ayrılıyoruz!”.
“Aman ne güzel! Biz de sizi destekleriz! Bravo!”.
Bir şirketten üst düzeyde bir kaç kişi birden ayrılmışsa ve şirket buna izin vermişse bunun ardında hoş olmayan bir durum aramanız doğru olabilir. Yine hiç bir kurumsal şirket önemli pozisyonlardaki kişilerin hemen gitmesine izin vermez. Öncelikle ihbar süresi denen kanuni bir hak vardır. Diyeceksiniz ki “önceden istifalarini vermiş olabilirler”. Olabilir, ancak o takdirde de yerlerine birileri alınmış olmalıdır ve zaten yerlerine birileri aranırken duymayan kimse kalmaz. Ofisin içinde daha biz yönetim ekibi duymadan bazı haberlerin mağazalarda duyulmuş olmasına her zaman şaşmışımdır. Genelde şirket personelinin çok iyi bir 6. hissi olur bu konuda ve pek yanılmazlar.

Hiç bir şirket yönetim kurulu böyle bir durumda bu grupla iyi ilişkiler içinde ayrılmaz. Düşünsenize birisi bütün ekibi alıp götürecek, şirketi zor durumda bırakacak ve patronlar “bravo” deyip destek verecek! Eğer öyle yapmışlarsa da bilin ki o kişiler gitsinler diye dört gözle beklemişlerdir ve zaten o kişilerin varlığının şirkete bir faydası olmadığı için yoklukları da zarar vermeyecektir.

Başka bir ip ucu da ortalıktaki şakınlık durumudur. Bazen şirket ayrılan kişinin yerine birini getirir ve tanıştırır personle. İşte bu da önemli bir ip ucudur. Eğer o yönetici iyi ilişkiler içinde kendisi ayrılmayı tercih etmişse yerine gelen kişiyi personele tanıştırma şerefi ona verilir. Böylece geride kalan personele güvence verilmiş olur.

Bir de kurumsallık gereği yönetimin personele hitaben yazdığı bir mektup vardır gidenin arkasından. Bu mektupta yeni atanan kişi ile ilgili satırlardan önce gidene övgüler dizilir. İşte bu övgülerin ne kadar özel olduğundan da anlarsınız gidenin hangi şartlarda gittiğini. Eğer kısa, yuvarlak, klasik sözler kullanılmışsa pek de sevişerek ayrılmamışlar demektir. Yanlış anlamayın, yönetici şirketle tartışarak ayrılabilir ama bu onun yaptığı önemli işlerin göz ardı edilmesine sebep olmaz.

Eh bu ipuçları da size yetmezse siz en iyisi bu işleri hiç kurcalamayın. Size söyleneni kabul edin gitsin.

10 Haziran 2006
Londra

HER ÖZGÜRLÜĞÜN İÇİNDE BİR TUTSAKLIK VARDIR


Bu resim ve hikayesi bir maille geldi bana dolayısı ile kim kimdir bilmem ama konu o kadar güzel ki dokunmadan geçemedim. keşke çocuğun adını bilseydik de onurlandırsaydık.

Bu resim 9 yaşında bir çocuk tarafından çizilmiş. Asuman Hanıma (tanımıyorum) götürüp "Asuman abla bu resim sana neyi ifade ediyor?" demiş. Üzerindeki yazıyı yazmamış o zaman henüz. Bir şeyler söylemiş Asuman Hanım, çocuk bakış açısını düşünüp neler ifade etmek istediğini tahmin etmeye çalışarak...Ama çocuğun verdiği cevap onu çok şaşırtmış. 9 yaşının çoooooook üzerinde bir anlayışla ona şunları söylemiş..

" Kuşlardan biri özgür görünüyor, öteki de tutsak. Ama aslında ikisi
de tutsak. Çünkü özgür olan uçarsa arkadaşı düşüp boğulacak!"

Müthiş bir çocuk!! Müthiş bir yaklaşım! Hani hep duyardık ya "birinin özgürlüğünün basladığı yerde diğerininki biter" diye.. Burada o da yok!

Her birinize kimbilir hangi tutsaklıklarınızı hatırlatacak. Kimbilir uçup da kendi başınıza olmanıza engel olan, sırtınızda taşıdığınız nice tutsaklıkları hatırlatacak. Kimimizin ailesi, kimimizin işidir bu tutsaklıklar. Kafese kapatılmış olan sorumluluklarımızdır uçmamıza engel olan. Ne onlardan vazgeçebilir ne onlarla mutlu olabiliriz. Hatta o kafesi aşıp içindekileri özgür bırakmak için bile hareket etmek mümkün olmaz çoğu zaman, eğer denge böyle tehlikeli bir zemin üzerinde kurulmuş ise.

Çok önemli bir sorudur bu dengeyi koruyan "ben için feda edilen sen mi, yoksa biz için feda edilen ben mi?"

AVRUPA TÜRKİYE’YİI VE TÜRKLERİ NASIL GÖRÜYOR – 2-

“How Europeans Perceive Turkey and The Turks” (Avrupa Turkiye’yi ve Turkleri nasil goruyor) konulu konferansta uzerinde durulan onemli noktalardan biri ne yazik yine Turkiye’nin bir Islam ulkesi olmasi idi. Ne olursa olsun din konusuna takiliyordu Avrupa.

Ozellikle Avrupali son yillarda tanik oldugu Islami terror ve Muslumanlarin dinlerini hedef alan her olaya karsi gosterdigi vahsi tepki nedeni ile hem Muslumanlardan hem de Islam ulkelerinden korkar oldu. Bunda en onemli etken de Hristiyanlarin Islam dini ile ilgili cok az ve yanlis bilgiye sahip olmalari ve ulkerinde yasayan, cogunlugu egitimsiz ve ulkeye uyum saglayamamis Muslumanlarin da buna olumsuz katkida bulunmasi. Ne yazik ki Islam alemi kendi dinini tanitamadigi gibi din tellallarinin kotu reklamina teslim etmis durumda. Avrupa’nin gozundeki Musluman bizim ulkemizde tanidigimiz Musluman degil!!

Bu noktada yine Dr. Mango onemli bir uyarida bulunuyor; “Turkiye kendi mezhebi ile Vahabi mezhebi arasindaki farki dunyaya anlatmalidir. Fanatik Islami yaklasim Vahabizmin destegindedir” diyor.

Iste Turkiye icin onemli bir firsat!! Turkiye kendi Islam alimlerini Avrupa’ya gondererek bir dizi “Islam nedir, ne degildir” konferansi duzenleyebilir. Avrupa’nin barisci bir Islam dini duymaya ve dogru Islami ogrenmeye cok ihtiyaci var. Buna onderlik edelim!! Adimizi boyle duyuralim!

11 Eylul ve 7 Temmuz bombalamalarindan sonra ilimli bir Islami yaklasima sahip ve fanatik yaklasimi benimseyen Islam ulkelerinin komsusu olan Turkiye’nin Avrupa icin onemi artmis bulunmakta. Sovyetler Birliginden ayrilmis olan Turki Cumhuriyetlerinin de kazanilmasi acisindan Turkiye yine stratejik bir konumda bulunuyor. Kisacasi Avrupa icin baris ve huzurun koprusu Turkiye. Tek onemli sorun ise nufusumuzun buyuk bolumunun egitilememis olmasi, bu egitimsiz nufusun hizla buyumesi ve bir kisim vatandasimizin devletin verdigi zeytinlikleri isletmek yerine zeytin agaclarini yakip uyusturucu ticaretine devam etmekte bir sakinca gormemesi.

Dr. Mango’nun ekledigi onemli bir nokta daha var; “bence 10-15 yil sonra Turkiye Avrupa’ya donup “ben artik size ihtiyac duymuyorum, kendi kendime yeterim” diyecek ve girmekten vazgececektir. Kaldi ki AB’nin gelecegi de tartismalidir. Bakin Ingiltere temkinli davraniyor. Ustelik Turkiye sunu unutmamalidir; AB’nin fonlarinin onemli bir kismi o fonlari saglayan zengin uyelerine dogal olarak akacaktir. Zengin uyeler birbirlerini koruyacaktir. AB uyesi olmanin da bir takim maliyetleri vardir. Turkiye kendi ekonomisini gelistirmelidir, boylece AB’ye ihtiyaci kalmaz”.

Eh simdi dogruya dogru!! Kim zenginligini durup dururken paylasmak ister?!! Zaten Avrupa’da bir cok sosyal sistem cokmus durumda. Adamlar dogal olarak kendi sistemlerini yeniden ayaga kaldiracaklar. Parayi oraya akitacaklar.

Ingiltere’de sosyal yardim sistemi, sistemi suistimal eden, cogunlugu gocmen olanlar tarafindan cokertilmis durumda. Onceden buraya gelmis diger gocmenlerin yanisira kendi ulkesinde sahip olmadiklarini elde etmek icin AB’ye uye olur olmaz buraya dolusan Polonyalilar, Cekler, Sirplar gibi yeni AB uyesi Dogu Avrupalilar ulkeyi istila etmis durumdalar. Ucuz iscilikleri ile Ingilizleri ve daha onceden buraya gelmis olan diger gocmenleri cildirtiyorlar.

Vergi odendigi ve hukuka uygun calisildigi surece sorun yok ancak calistiginin vergisini vermeyen ve devletten issizlik parasi ve baska yardimlar alan guruhun icinde bir cok Turk de var. Bir suru yalan dolanla devletin imkanlarini somururken mazeretleri de su; “bu Ingilizler bir suru ulkeyi somurmusler, simdi odesinler bakalim!!”. Kisacasi kendilerini somurgenin ocunu almaya memur tayin etmisler.

Peki Ingiliz Hukumeti armut mu topluyor bu arada?!! Tabii ki hayir!! Turkiye ve Ingiltere arasinda yillar once imzalanip bir kac yil once yururluge giren Ankara Antlasmasini kullanarak harekete gectiler.

Ankara Antlasmasina gore Ingiltere’de is kuran Turk vatandaslari Is Yapma Vizesi almaya hak kazaniyorlar. Yani ulkede yasal olarak faaliyet gosterebiliyorlar. Bunu firsat bilen, iltica talebi hem Icisleri bakanligi hem de mahkeme tarafindan red edilmis ve bu ulkede kacak durumda olan Turk vatandaslari hemen bu antlasmaya dayanarak basvuruda bulunuyorlar. Bir soylentiye gore 65.000 kisi basvuruda bulunmus. Tabii basvuruda bulunurken kacak olarak baskalari uzerine yapip da calistirdiklari isyerlerini uzerlerine geciriyorlar ve adres beyan ediyorlar.

Icisleri bakanligi 2005 yilinin basindan beri bu basvurularin arasindan iltica talebi red olup da burada kacak olanlari tek tek bulup yakaladigi yerde, evlerine gidip ustlerini bile degistirmelerine izin vermeden, kac yildir burada olduklarina da bakmadan sinirdisi etti. Tam rakam bilinmemekle beraber binleri buldugu soylenmekte. Bunu da ancak Turk cemaati icerisinde herkesin kendi cevresinde olup biteni anlatmasindan takip edebiliyoruz.

Tabii bu hareket sadece Turk vatandaslarina yonelik degil. Gocmenlere cok tolerans gosteren Ingiltere artik ipleri cok siki tutuyor. Kimsenin gozunun yasina bakilmiyor cunku ihtiyacindan cok daha fazla nilteliksiz is gucu var. Ingiltere belki de Avrupa’da gocmenlere ve hatta kacak kalanlara en cok goz yuman ulkedir cunku is gucu ihtiyaclarinin buyuk bir bolumunu boyle karsilarlar ve bunu da acik acik soylerler. Simdi niye degistiler? Cunku AB’ye uye olan Dogu Avrupa ulkeleri akin akin isci gonderiyor. Hatta bazi isler icin sirketler buradan o ulkelere gidip personel alimi yapiyorlar Ustelik uyusturucu ticareti yapan Kurt ve Zenci cetelerin catismalarindan bikmis durumdalar.

Evet simdi ipler daha gergin tutuluyor. Ingiltere’nin onemli oranda nitelikli is gucune ihtiyaci var. Turkiye’nin de..!!. Dolayisi ile Avrupa uyelik durumunda kendi ulkelerine akacak olan niteliksiz ve en onemlisi uyumsuz bir gocten korkmakta.

Subat 2006
Londra

AVRUPA TÜRKIYE’YI VE TÜRKLERI NASIL GÖRÜYOR – 1 –

Bir kac ay once Iskocya gezimizden donerken yemek icin konakladigimiz restoranda bize verilen hediye cekini biz kullanmayacagimiz icin yan masadaki beylere verdigimde aramizda ilginc bir sohbet oldu. Zaten orta yasli beyler yan masalarindaki iki yabanci bayanin konustugu dili ilginc bulduklari icin meraktan oluyorlardi. Derhal nereli oldugumu sordular. “Turkum” deyince o gunlerde sicak olan Turkiye’nin AB’ye giris gorusmelerine attilar demiri.

“Siz Turkler kendinizi Avrupali olarak mi yoksa Asyali olarak mi goruyorsunuz?”

Birden durdum!! Ilginc bir soruydu! Hic bunu dusunmemistim ama hizla cevabi yapistirdim;

“Turk olarak goruyoruz!!” diye. Adamlarin saskinligini hala unutmadim ama bu soru ve cevabi da o gunden beri aklima takildi. Biz kendimizi nereli olarak goruyorduk ve aslinda Turkler kimdi?

Gecenlerde Londra’da Anglo-Turkish Association for Academics & Professionals tarafindan “How Europeans Perceive Turkey and The Turks” (Avrupa Turkiye’yi ve Turkleri nasil goruyor) konulu bir konferans duzenlendi. Bu konferansa Istanbul’da dogmus yazar Dr. Andrew Mango ve yine BBC Turkiye sorumlusu olarak 8 yil Turkiye’de calismis olan ve hala bolgeden sorumlu olarak BBC’de calisanChris Morris konusmaci olarak katildilar. Her iki konusmacinin da yeni Turkiye ve Turkler uzerine kitaplari var. Boyle kisilerin kendil kisisel gorusleri ile kendi vatandaslarinin goruslerini birlestirerek yaptiklari yorumlar cok onemli cunku bana gore bunlar daha tarafsiz yorumlar.

Konferans salonunda onemli sayida Ingiliz dinleyici de vardi. Dinleyici beylerden biri kalkip da Turkler Avrupali degil diyenlere “oyleyse Macarlar ve Finler nasil Avrupali oluyor? Onlar Avrupali ise Turkler haydi haydi Avrupali. Onlarin Turklerle boy akrabasi oldugunu biliyor musunuz?” dedigini soylediginde ben de Iskocya’daki animi anlattim. Boylece “Turkler kimdir ve kendilerini dunyaya kim olarak tanitmalidir” tartismasi gundeme geldi. Bu sorunun cevabi hala belirsiz!! Avrupa bizi Asyali olarak gormek istiyor ama biz kendimizi onlarla bir gormuyoruz. Avrupa deseniz tam olarak orada da degiliz. Iste Turkiye’nin tanitiminda bu “biz kimiz?” sorusunun cevabi cok onem tasiyacaktir.

Konusmacilar Turkiye’nin ve Turklerin kendilerini yeteri kadar anlatamadigini, kucucuk bir Ermeni toplumu kadar lobi yapamadigini soylediler. Bir baska onemli soru “neden Turkler Ermeniler kadar guclu bir lobi olusturamiyorlar, sayica daha fazla olmalarina ragmen?” di. Acaba egitim duzeyi daha dusuk oldugu icin mi yoksa birbirlerini destekleyeceklerine kostekledikleri icin mi?

Acik olan bir sey var ki o da bizim kendi milletimizle ilgili gercekleri gormek istemedigimiz ve biz inkar ettikce karsimizdakileri daha da sinirlendirdigimizdi. Her iki konusmaci da bunu belirttiler “bazi gercekleri inkar edeceginize Kabul edin ve iyilestirmek icin calisin!. Boylece daha az tepki cekersiniz”.

Konferanstaki Turk arkadaslarin tepkilerine baktikca bu aciklama cok daha onem kazaniyordu. Avrupa’nin o salondaki Turk profiline itirazi yoktu. Bu profildeki insanlara kapilarini sonuna kadar acardi. Avrupa’nin korktugu asil cogunluktu. Egitimsiz ve hizla ureyen, henuz medenilesememis cogunluk. Ustelik Avrupa ulkelerinin cogunun Turk iscilerinden dolayi iyi bildigi cogunluk!!

Dr. Mango’nun dedigi gibi bir ulkenin medeniyet seviyesi kadininin egitim seviyesi ve kadinin egitim seviyesi de dogurma sayisi ile olculuyordu. Ne yazik ki Turkiye bu konuda sinifi henuz gecmis degildi. Egitimsiz kadinlarin cogunlugunu dogum oranindaki artis ele veriyordu ve bu dusundurucuydu. Egitimli kadinlarin az cocuk yaptigi herkes tarafindan biliniyordu.

Salondaki dinleyiciler Avrupa’nin Turkleri algilama bicimine ve Turklerle ilgili yanlis bilgilerine ates puskurmeye devam ederken gercegi gordum. Biz hala kendi milletimizin ve ulkemizin gercegine kor, sadece kendimize bakarak hareket ediyorduk. Chris’in deyimi ile sorunu halinin altina supuruyorduk. Bir avuc egitimli ve modern Turk “Turkiye biziz!” diye haykirarak Avrupa’nin fikrini degistirmeye calisiyordu. Oysa Avrupa bizi bizden bile iyi taniyordu cunku bagirlarinda yillardir yasayan ama toplumlarina uyum saglayamamis ve kendi ulkelerinde hoslarina gitmeyen goruntuler olusturan bir Turk toplumuna sahipti onlar. Bu konuda suclunun kim oldugu ayri bir tartisma konusuydu.

Tam 16 yil once Londra’da tanistigim Almanlar Turk olduguma inanmakta zorlanmis ve tekrar tekrar sormuslardi. “Biz hic senin gibi Turk gormedik Almanya’da” demislerdi ve ben sasirmistim bu kez. Halbuki bizim gordugumuz Almancilarin cocuklari cogunlukla benim gibiydiler. Uzun bir Turk ve Turkiye tanitimi sonunda o arkadaslarim Turkiye’yi turist olarak su yolu yaptilar.

Ve tam 16 yil sonra Iskocya gezisinde tanistigimiz Almanlar yine ayni soruyu sordular “siz ne bicim Turksunuz?! Siz nasil iki bayan tek basiniza yolculuk yapabiliyorsunuz? Bizim tanidigimiz Turkler hic boyle degil.” Ne yazik ki kendimizi tanitmak konusunda 16 yilda bir arpa boyu yol kat edememistik!!

1998’de is icin Almanya’ya gittigim zaman Alman arkadaslarimdan birinin evinde bir kac gun gecirmistim. Annesi merakla beni gormeye geldi. Kadincagiz yillarca Turk komsulari oldugunu ama ne kadar ugrastiysa onlarla arkadaslik edemedigini anlatti. Esleri izin vermemis kadinlara Almanlarla arkadaslik etsinler diye. Bu bana hic garip gelmedi cunku Ingiletere’de yillardir yasayip da Ingilizlerle komsuluk veya arkadaslik etmekten kacinan bir cok Turk tanidim. Akillarinca onlar gavurlar ya, bizimkiler onlarin yasayis tarzini begenmiyorlar ve ailelerini onlardan koruyorlar. Cocuklarina bile yerli halkla arkadasligi yasaklayanlari, israrla Ingilizce ogrenmeyenleri biliyorum. Ondan sonra “neden bizi yanlis taniyorlar?” diye yaygarayi basiyoruz. Isin daha da kotusu ozellikle Almanya’daki Turk toplulugu kendilerince ahlaki degerlerini begenmedikleri Almanlara benzememek icin ailelerini korumak adina yobazligi ayyuka cikardilar.

Ne yazik ki yabanci ulkeye giden bir cok 3. dunya ulkesi vatandasi o ulkeye ayak bastigi anda takvimini donduruyor. Ulkesi ve milleti ne kadar ilerlerse ilerlesin onlar kendi degerlerini yasatmak ugruna fosillesiyorlar. Sonra ne kendi ulkelerine ne de bulunduklari ulkelere uyum saglayabiliyor, arada kaybolup gidiyorlar.

Biraz da igneyi kendimize batiralim; daha biz buyuk sehirlerimizdeki gocten rahatsiz iken ve sehirlerimize uyum saglayamamis koylu vatandaslarimiza hor gozle bakarken, nasil olup da Avrupa’nin farkli davranmasini bekleyebiliriz?!! Donup de neleri degistirebiliriz diye cozum arayacagimiza histerik bir sekilde “biz oyle degiliz!! Biz aslinda cok medeni bir milletiz!” diye avaz avaz bagiriniyoruz ama dogal olarak duyulan cogunlugun sesi. Unutmayalim istisnalar kaideyi bozmaz!!

Chris’in soyledigi gibi turizm cok onemli bir tanitim yontemi. Turkiye’ye 2 milyon Ingiliz 4 milyon Alman turist gitmis gecen yil. Aci gercek ise buna ragmen hala Almanlarin 16 yil onceki gorusu ile bugunkunun degismemis olmasi. Simdi acaba kim yanlis goruyor; onlar mi biz mi?!!

Haydi artik bu uykudan uyanalim! Gercegi kabul edelim ve buna ragmen ve bununla beraber neler yapilabilir ona bakalim.

Subat 2006
Londra

DERT SİZDE, DERMAN ŞEYH ESER'DE

Demokrasi nedir?? Acaba ekteki midir?

Demokrasidir veya degildir ama ekteki haikaten ilginctir. Tren istayonu cikisinda elime tutusturulan ikinci ayni tur kartviziti artik dayanamayip taradim. Bir bakin bakalim siz ne dusuneceksiniz!! :-)

SHEIKH ESER
No matter how difficult your problem is there is a
solution to it. Problem concerning black magic, love
voodoo, sexual impotency, business transactions, exams &
court cases. I can help you reunite with your loved ones, split
unwanted relationships & gambling. For all your problems Sheikh Eser is the answer, no disappointment.
Quick results Guaranteed!
PLEASE DON'T REMAIN IN SILENCE WITH YOUR PROBLEM SEEK HELP FROM SHEIKH ESER
T-Mobile: XXXXXX
XXX, Barking Road, London El3

40 YAŞINDAN SONRA İŞ BULMAK

Her zaman mesleğim sorulduğunda yanıt vermekte zorlanmışımdır. Mühendis, avukat veya doktor olanlar ne şanslı!!!

Şimdi bir İK uzmanı olarak kendi görüşlerimi aktarmak isterim. Önce biraz kendimi tanitayim:

Kariyerim tedasüfen IK alaninda ilerledi. Şanslı biri olarak dünyanın en iyi tanınan ve alanında yeniliklere öncü olmuş çok uluslu firmalarinda çalıştım ve dolayısı ile Türkiye'de İK'nin emeklediği dönemlerde dünyadaki gelişmeleri uygulama ve insana gerçekten değer veren bir İK ortamında çalışma imkanı buldum. Dolayısı ile görüşlerim ve tecrübem Türkiye uygulamalari ile sınırlı değildir.

Şu anda ben çalışmıyorum. "İşsizim" demiyorum çünkü işten ayrılmayı ve nasıl bir iş istediğime karar verinceye kadar dinlenmeyi kendim seçtim. 9 aydır da dinleniyorum ve hala iki yüzlü iş ortamında çalışmak içimden gelmiyor.

Herkesin girmek için can attığı şirketler topluluğundaki İK Direktörlüğü pozisyonumu bırakmam pek çok kişiyi çok şasırttı, hatta yaşım dolayısı ile tekrar işe girmekte zorlanabileceğimi öne sürüp cesaretimi kırmaya bile çalışanlar oldu.

Açıkcası ben yaşımı bir engel olarak görmüyorum. Eğer nitelikleriniz o işyerinde gerekliyse yaşa pek bakılmıyor ama bunun çok düşük bir olasılık olduğunu da söylemeliyim.

Şu anda Londra'da yaşıyorum ve geçenlerde bir doğum günü partisinde karşılaştığım IT'ci iki Bey şirketlerinin küçülmesi sırasında işten çıkarılan ilk kişiler olmuşlar. Ikisi de 50+ ve yaşlarının bu konu ile çok ilgisi olduğunu düşünüyorlar. Bir daha iş bulmayacaklarını düşündüklerinden de kendi işlerini yapmaya karar vermişler. Bu olay yaş olgusunu tekrar gündemime getirdi. Yaşı 40 üzeri olanlara karşı bir tavır olduğu ne yazık ki doğrudur, özellikle de alt ve orta seviyede.

Şimdi bunun sebeplerine gelirsek:

- Genç nüfus yüzdesi çok yüksek olan Türkiye'de, yeni gelen çalışanların önünü açmak için erken emeklilik fırsatından da yararlanarak 40 yaş civarindakiler işten çıkarıldı.

- Tecrübesiz yöneticiler talepkar genç çalısanlarla baş etmeyi beceremediklerinden onlar için yeni pozisyonlar yarattılar ve eskiler işlerini kaybetti ya da o gençlerle aynı pozisyonda çalışmaktansa ayrılmayı tercih etti.

- Henüz ailesi olmayan veya geçim yükümlülüğü fazla olmayan ve işin başında olduğu için kendini kanıtlaması ön planda olan gençlerin ücret beklentisi de çok düşük olduğundan tercih edildiler. Kıdemleri 1 yılı doldurunca kıdemleri birikmesin diye işten çıkarılıp tekrar işe alinan veya yerine asgari ücretle çalışan kişiler konanları bilirsiniz. Devletin uyguladığı ağır gelir vergisi de buna sebep olan unsurlardandı.

-Bir kaç çok genç parlak yönetici şirketlerin başina gelince diğer şirketler de altta kalmamak için tecrübesi az ama teknik bilgisi iyi olabilecek, yönetici vasıfları öok zayıf kişileri işin başına getirdi ve hırslı bir ilerleme olanağı sağladıklarını düşündüler. Bu kişiler onlara soru sormayan ve hırsla ileri atılan kişilerdi. Yani kapitalizmin yeni neferleri..!

- Durum böyle olunca genç yöneticiler kendilerinden daha büyük ve tecrübeli olanlarla çalışmayi doğal olarak istemediler. Zaten büyükler de onların altında çalışmayı istememiş ve bundan dolayı çok sorun çıkmıştı. Yaş yavas hareket etmeye eşit görüldü. İşveren kararını verdi!

- Ne yazikki bizim kusağımızın biraz üstü, teknoljik gelişimlere ayak uyduramadı. Alt kademe bunu gördüğünde yeni yaşlılar almayı red etti veya önyargılı oldu.

- Kabul edelim ki bizler kültürümüz gereği nitelikleri bizden üstün olsa dahi daha genç kişilerin emri altında çalışmayı kaldıramıyoruz, bu da sorun yaratıyor. Dolayısı ile genç yöneticiler kendilerinden yaşlı birini istemiyor.

- Aracı İK kurumları da ucuz olsun diye hiç bir iş tecrübesi olmayan yeni mezunları tecrübeli, kerli-ferli insanları işe almakla görevlendirdi ve kaliteli kişiler kuşak farkından görüşmede kaybettiler. Aslında çok da haksız sayılmazlardı bu çocuklar, çünkü şirketler onlardan günümüzün hızlı ortamında saldırgan olabilecek ve bunun sonuçlarını HENÜZ düşünemeyecek, soru sormayan, emirlere itaat eden ve küçük ödüllerle mutlu olabilecek, bilmem hangi üniversiteden diploması olan ve kullanmayacak dahi olsa yabancı dili iyi olan kişiler istemekteydi. Ayrıca bu kişiler işten çıkarma sırasında sorun çıkarmayacak kişiler olmalıydı.

- Bulundukları konumu bin bir türlü yalakalıkla elde etmiş olan yaşlı yöneticiler de kendi kapasitesizlikleri ortaya çıkmasın diye kendi kuşaklarından kimseyi istemediler.

- Emeklilik yasaları da bu duruma yardımcı oldu, sanki emeklilik maaşı yetecek veya geriden gelenler her şeyi idare edebilecekler gibi...

Evet, genel çerçevede durum bu. Aslinda kimse neden böyle olduğunu net olarak bilmiyor. Herkes öylesine sektördeki genel gidişe ayak uydurdu, sonuçlarını görmeden. Şimdi sonuçlar bazı şirketler tarafından görülmeye başlandı ama yeterli değil. Bu konuda bir girişimde bulunup konuyu kamuoyunda tartışmaya açmak çok faydalı olacaktır, çünkü en verimli çağındakı insanlar atıl duruma getirilmişlerdir ve bundan tüm ülke zarar görür.

Açıkcası ben kendi alanımda gördüğüm kemikleşmiş, örümcek ağı tutmuş, kendini geliştirmeyen ama hala koltuğuna sımsıkı bağlı olan yaşlı insanları gördükçe kahroluyorum. Fakat dikkat ederseniz de danışman ve gurular hep yaşlı. Kaş tane genç akıl danışmanı var?!! Buradan da şu sonuca varabiliriz; yaş herkes için engel değil sadece çıkış yolunu bulmak lazım, herkes aynı yoldan çıkamıyor çünkü.

İK Danışmanlarında gençler tarafından aşşağılandığını düşünenler bilsinler ki ben bir İK'ci olarak hepsinin öcünü almış bulunuyorum.

Hepinizin şikayet ettiği durumları ben karşınızdaki kişi olarak yaşadım. Ne yazik ki İK Turkiye'de hak ettiği önemi ve yeri alamadı. Hala personelci kimliği ile çakışıyor. İK'cılar danışman gibi görülmüyor ve itirazlarına rağmen GM'ler istedikleri gibi karar alıyorlar.

Bir başka sorun da çalışanlarımızın İş Kanununundan kaynaklanan haklarını kullanmamaları. Haklarını bilmedikleri için kendilerini şirketlerin insafına bırakmış durumdalar. Bundan dolayı da şirketler istedikleri gibi at koşturuyorlar. Gerçi avukatlar da yasayı bilseler de iş uygulamaları konusunda zayıf kaldıkları için yardımcı olmakta zorlanıyorlar. Ben ibret-i alem için son çalıştığım şirketi mahkemeye verdim ve kazandım. Bir çok kişi bu konuda bana danışmalarına rağmen bir kaçı dışındakiler ya korktukları için ya da avukat parasını ödemek istemedikleri için haklarını aramaktan vazgeçtiler. Oysa birilerinin bu gidişe dur demesi gerekiyor. Bu noktadaki önerim halen çalışmakta olanların haklarını iyi öğrenmeleri ve kendileri hakkında alınması ihtimal olan kararlara tepki vermeden önce mutlaka bir bilene danışmaları. Ödenecek tazminatlar herkesin aklını başına getirir. Böylece yönetişciliğin sadece koltukta oturmak olmadığı çok iyi öğrenilir.

Avrupa ülkelerinde iş görüşmesinden sonra niye kabul edilmediğinize dair görüşmecinin tuttuğu notları görmek ve itiraz etmek hakkınız var. Tazminat bile alabiliyorsunuz. Avrupa Birliğine girme yolundaki Turkiye'de de bu tür uygulamalar çok yakında başlar. Yöeticilik kolay değl ve bundan sonra daha da zor olacak.
Eylül 05

LOLİPOP LADY

Okul civarindaki yaya gecitlerinde ogrenciler icin lolipop sekere benzeyen “dur” yazili levhalar tasidiklari icin Lolipop Lady (bayan) veya Lolipop Man (adam)dir adlari.

Uzun zaman suren bir arayistan sonra bulmuslardi onu. Her sabah yegenimi okula gotururken selamlasir, hal hatir sorardik. Simsicacik bir gulusu ve telasli bir anac hali vardi. Sarisin, mavi gozlu, guzel bir orta yasli kadindi. Ise ilk basladigi gunlerde yolun karsisina kendi kendime gecince kizmisti hafif yollu “ben niye buradayim” diye. Ondan sonra hep trafigi durdurma gorevini yapmasina izin vermistim. Buyuk bir hevesle segirtiyordu yolun ortasinda. 6 metrelik yolu gecene kadarki muhabbetimiz iyi gunler dileklerimizle son buluyordu her sabah. Adini bilmiyordum ve hic sormamistim. Adi belliydi iste; “lollipop lady”!!

Kendini arabalari durdurmak icin telasla yola atisi cok dikkatli olmayan benim bile yuregimi agzima getiriyor, birden bire durabilen suruculere mutesekkir oluyordum. Kararli bir sekilde levha yetmiyormus gibi ellini “dur” diye uzatiyor ve korkusuzca bekliyordu, “durmazsan cesedimi cignersin” dercesine. Kendini cocuklari en kisa surede karsiya gecirmeye adamisti. Yillarin surucusu ve yayasi olarak her soforun dikkatli olamayacagini ve reflekslerin her zaman o kadar kisa surede calismayacagini ogrenmistim. Bana yesil yansa bile etrafimi kontrol etmeden hareket etmemeyi de ogretmisti bana kazalar.

Bir sabah kardesim “abla biliyor musun lollipop leydi kaza gecirmis. Ana yolu kapamislar. Her taraf polis kayniyordu, okula zor gidebildim” dedi. Icimden bir seyler koptu; “olmus mu?” diye sordum, korkuyla. “Galiba” dedi Nuran. Bir motsiklet carpmis. Surucu de soka girdigi icin hastaneye kaldirilmis.

Sonraki dakikalar, saatler ve gunler de hic aklimdan gitmedi yuzu. Olmus olabilecegine inanmak istemedim. Neden adini sormadim, neden daha fazla konusmadim diye kendime kizdim. Kendisi ile ilgili baska hic bir sey bilmedigim bu insanin olmus olma ihtimali beni cok sarsti. Bu kadar sarsilmis olmak da cok sasirtti

2 gun sonra yegenimi okula gotururken yolun ortasindaki trafik isiklarinin diregine yaslanmis onlarca cicek demetini gorunce yuregim bir kez daha burkuldu. Evet olmustu!! Bir kac gun once karsimda sapasaglam, mutlu mesut kosturan kadin bir kac dakika icinde gitmisti. Ailesini, yakinlarini dusundum. Ben bile aslinda tanimadigim biri icin bu kadar uzulmusken kimbilir onlar ne haldeydi.

Yasam ne garipti; nesne bir vardi, bir yoktu!! Hazirlik vesaire olmadan bir anda kopup gidiyordu insan, bir veda bile edemeden. “Hey durun bir dakika; falanca kisiye borcum, filanca kisiden alacagim ve falan yerlerde takip ettigim islerim var. Onlari bir kenara not alin!!!” bile diyemeden gidiyordu insan. Ne valiz hazirlamak vardi, ne rezervasyon yaptirmak!!

Ertesi gun adini ogrendim; Sarah’di. Cocuklara mektup dagitmislardi cenaze toreni icin. Kimsenin adini bilmedigi sadece sabahlari ve okul cikisinda gorup selamlastigi kisi olunce mertebe atlamis ve onemli bir kisi haline gelmisti. Tabii bunda olum seklinin de buyuk etkisi vardi; gorev basinda, sevdigi yavrucaklari okula gecirmeye calisirken kaybetmisti hayatini ve belki de onun sayesinde kucuk canlar kurtulmustu.

Ne gariptir, cenazesine gitmem gerektigini dusundum ciddi ciddi. Sanki ona vefa borcu olan veya son yolculugunda onu yalniz birakmamasi gereken bir dostuymusum gibi hisettim. Yaslandikca daha mi hassas oluyorum ne!!!?

Tam Lolipop Lady’i unutmusken, gecenlerde yegenim “teyze insanlari bicaklarsan onlar aci hissetmezler, degil mi?” dedi. “Hissetmezler olur mu oglum!” dedim. “Ama Lolipop Lady hic aci duymamis, oyle soyledi ogretmenimiz” deyince ayildim. Simdi nasil cark edeyim soyledigimden? Hem yeniden Lolipop Lady’i hatirlamanin acisi hem de 8 yasindaki yegenimin yuregine huzur buldurdugu inanisi yikmis olmanin telasi kapladi yuregimi. “Lolipop Lady hemen oldugu icin aci duymamistir oglum ama eger birisini bicaklarsan hemen olmeyebilir ve o zaman aci duyar”. Yuzundeki hayal kirikligini ve soru isaretlerini okuyabildim. Demek ki cocuklar da belli etmemelerine ragmen kazadan cok etkilenmislerdi ve ogretmenleri onlari boyle avutmustu. Bilmedigimiz icin bizi korkututan bir gidisin, aciklanamadigi icin sevimli hale getirilmeye calisilmasina tuhaf bir ornekti bu. Olumun gizemi ve yasamin anlami bir kez daha dans ettiler kafamin icinde. Onlar mutluydular da ben bir turlu cozemiyordum aralarindaki anlasmayi.

Tek bir gercek vardi bu hikayede o da Lolipop Lady Sarah’in kendi adini dahi bilmeyen bir kac insanin yuregine dokunmus ve iz birakmis bir insan olmasiydi. Demek ki sevmek veya sevilmek icin cok muhabbet gerekmiyordu.

22 Aralik 2005, Londra

KABUK

Dikkat ettiyseniz en güzel tatlara, en sert, en kalın kabukların altında ulaşılır.

Eğer onu elde etmek istiyorsanız çok dikkatli davranmanız gerekir,çünkü o kabuğu kırmak veya soymak özel bir beceri, teknik ve en önemlisi sabır ister. Yoksa o kabukla beraber içindekini de kırıp, parçalayabilir veya derin soyduğunuz icin asıl tadi veren kısmını yok edebilirsiniz. Sonuçta elinizde kalan sizi de hayal kırıklığına uğratır. Sonra herkes kendine göre değişik tepkiler verir;

“Kahretsin ya!! Bumuymuş!? Bunun için mi bu kadar uğraştım?! Uğraştığına değmez! “

“Kahretsin ya!! Ziyan ettim güzelim şeyi! Bir daha ki sefere daha özenli davranayım bari!”.

Eğer zedelemeden ulaşmayı başardı iseniz ne mutlu size! O güzel tadın keyifini çıkarırsınız artik. Hem lezzetin, hem de başarının keyfi!

Peki o kadar sabrınız ve isteğiniz var mı?! Cevap, hangi tadı sevdiğinizde gizlidir. Kolay ulaşılan alışılmış olan mı, yoksa zor olup, az bulunan mı?

Ne demiş atalarımız “ zahmetsiz rahmet olmaz!”.

Şimdi bu yazdıklarımı ilişkilerinize uygulamaya ne dersiniz? Bakalım neler keşfedeceksiniz!!!??

Sevgi ve sabırla kalın.

2003

SEN VE BEN

Ben benim
Kızsan da.

Ben benim,
Yersen de.

Ben benim,
Gülsen de.

Ben benim,
Sevmesen de.

Ben benim,
İstemesen de.

Ben benim,
Görmesen de.

Ben benim,
Kabul etmesen de.

Ben benim,
Inanmasan da.

Aslında,
Ben senim,
Sen bunu bilmesen de!

BİZ İKİMİZ

Ben bir akar su olsam
… ve sen de…
Beraber aksak.
Çağlasak dağlardan,
Dökülsek yarlardan,
Salınsak ovalardan.

Ayrılsak ayrı ovalara,
Özgürce dolansak.

Sonra dinlensek bir orman gölgesinde.
Birleşsek bir göl olsak.
Anlatsam sana gördüklerimi,
Dinlesem gördüklerini.

Değişik güzellikler olsa kıyılarımızda.
Sen beni seyretsen keyifle,
Ben seni!

Sonra yine ayrılsak.
Farklı yörelerde dolansak,
Bilerek buluşacağımızı yine.
… ve yaşayarak heyecanını
Gördüklerimizi anlatmanın
Ve duyacaklarımızın.

Buluşsak iki taşın arasında.
Dertleşsek, gülüşsek!

Sen ben olsan sende
Ve ben sen olsam bende,
Özgürce!!

KÜÇÜK KUŞ

Ben o minik kuşu gördüğümde yolcu koltuğunda oturduğum nadir anlardandı. Ancak o zamanlar etrafıma rahatça bakabiliyorum. Kuş olduğu yerde hiç kıpırdamadan, kanat çırpmadan duruyordu ve pozisyonu hiç değişmiyordu. Önce şoke oldum. Olağanüstü bir durum gibi geldi. Sonra kuşların rüzgara karşı böyle bir yetenekleri olduğunu hatırladım. Rüzgarı kullanarak hiç güç sarf etmeden oldukları yerde durabiliyor veya yine kanat çırpmadan süzülebiliyorlardı. İşte o zaman kendimi, kendi şahsımda insanlığı düşündüm ve aşağıdakiler şekillendi.

Küçük Kuş

Havada öylece asılı duruyordu küçük kuş.
Rüzgara inat,
Benimle dalga geçercesine.
Diyordu ki sanki;
Bak ben!! Şu küçücük ben bile,
Becerebiliyorum uyum içinde olmayı,
Kendimden daha güçlü ve daha büyük ile.
Peki ya sen?!
Yaratıkların en akıllısı geçinen!
Ya sen, benim gibi uçabiliyor musun?!
...ve benim gibi rüzgara karşı durabiliyor musun,
Rüzgara rağmen?!

02 Mayis 03

Iyi gun/ Kotu gun dostu

Hani arkadaslar bir tanimlamamiz vardir ya Turkcemizde; "iyi gun dostu / kotu gun dostu" diye; dusundum de iki farkli anlami var bunlarin aslinda her ne kadar tekmis gibi gorunse de;

1. Sizin iyi veya kotu gununuzde dostunuz olanlar
2. Kendi iyi veya kotu gununde sizin dostunuz olanlar.

Birincisi makbuldur ama ikincisinden de hepimiz nasibimiz aliriz. Kotu gununde size yanasir, dostunuz olur ama biraz kuyruk kalkti mi, biraz kendine guveni yerine geldimi baska dostluklara yelken acar. Sanki o yasadigi kotu gunleri sizden uzaklasarak unutacaktir. Aslinda kactigi kendi gercekligidir. Onu zaten kendisi yaratmistir ve hep onunla olacaktir. Oysa o bu gercekligi sahte dostluklara eriserek yok etmeye calisir, taa ki bir gun yine sizin dostlugunuza muhtac olana kadar. O zaman ya cok gectir ya da siz yine (iyisiniz ya) kucak acarsiniz o zavalliya. ...ama nereye kadar?!!!!

"Iyi gunde ve kotu gunde" diye soz verirken dikkat edin, bakalim kimin iyi ve kotu gunu icin soz veriyorsunuz.

Nereden mi geldi aklima bunlar simdi?!! :) Kisa zamanda bir kac ornek daha yasadim da, oradan!!

Her gunun dostu olabilmeniz dilegi ile.....

19 Haziran 03

SIRT AĞRILARI, SEBEPLERİ VE ÇÖZÜMLERİ

Günümüzde bir çok insan sır ağrılarından ve özellikle bel fıtığından yakınmaktadır. Bu ağrılar sadece insanların bedenine değil, devletlerin sağlık sistemlerine de büyük yük getirmektedir. Doktorlar sırt ağrılarını modern çağın hastalığı olarak tanımlamakta ve yoğun stres ve fiziksel hareket yetersizliğinin kasların zayfılamasına dolayısı ile de sırt problemlerine yol açtığını ileri sürmekteler.

Su profesörü olarak bilinen Dr. F. Batmanghelidj bu konuda farklı bir iddia ve dolayısı ile farklı bir çözümle karşımıza çıkıyor.Omur iliğimiz 24 omurgadan oluşmaktadır. Bu omurların arasında da 23 adet yastık disk bulunmaktadır. Bu diskler omur hattına hareket alanı sağladıkları gibi şok emicidirler, yani omura, zarar görmeden hareket etme avantajı veren çok önemli organlardır. Bu disklerin icinde su ve tuzdan oluşan jelatinimsi bir madde vardır. Diskler tam olarak sıvı ile dolu olduklarında omurlar arasında etkin bir koruma sağladıkları gibi özellikle bel bölgesindeki kasların yükünü de azaltırlar. Disk, yukarısındaki yükün %75ini emdiği gibi aşağıdan yukarıya hareket eden şok dalgalarını da hafifletir.

Eğer disk yeterince sıvı ile dolu değilse incelir ve eklemlerin arasını etkili bir şekilde dolduramaz. Bu durum eklemlere çok yük binmesine neden olur ve şişme ve kemik deformasyonu ile sonuçlanır. Aynı zamanda bu, kasların vucudu dik tutabilmek için aşırı yüklenmesine neden olur ve dolayısı ile bu da kasların gerilmesine ve daha sonra ağrılara yol açar. Disklerle kemikler arasındaki kıkırdağın kayganlık kabiliyeti de sıvı eksikliğinden ciddi olarak etkilinerek şişme ve ağrıları artırır.

Doğanın bu durumdaki çözümü, zarar oluşmadan önce disklerdeki sıvının suyla artırılmasıdır. Bunu da ancak uyku sırasında, vücud ağırlığı disklerin üzerinde değilken yapmak mümkündür. Tabii bunun için o bölgede yeterli su bulunması gerekir.

Drç Batmanghelidj der ki “Ağrı kesiciler ağrıyı geçici bir süre maskeler ama tamir edemez. Tamir sadece su ile mümkündür. Vücudun su ihtiyacını karşılamak, kimyasal müdahalelerden önceki tedavi olmalıdır”.

Sırt ve eklem ağrıları olanlar için Dr. Batmanghelidj’in ‘How to deal with back pain and Rheumatoid Joint Pain” kitabı mutlaka okunması gerekenler arasında ancak ne yazık ki şimdilik Türkçesi yok.

Tekrar hatırlatmakda fayda görüyorum; su derken her suyu kasdetmiyoruz. Suyun kalitesi hayat kalitemizi de belirliyor. Gördüğümüz gibi su hayatımızda sandığımızdan daha fazla öneme sahip. Çok su içmeye başlar başlamaz da hemen mucize beklemeyin. Yıllarca susuz kalmış olan bedenimizin canlanması ve gözle görülebilir sonuçlar elde etmek için en az 1 yıl geçmesi gerektiğini söylüyor uzmanlar.

22 Agustos 06

TÜRKİYE’NİN SAĞLIK TURİZMİ POTANSİYELİ*

Dr. Hasan Hüseyin Yıldırım
Ziyaretçi Araştırmacı, LSE Health, London School of Economics and Political Science, London, UK
Öğretim Görevlisi, Hacettepe Universitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sağlık İdaresi Bölümü, Ankara, Türkiye
Kurucu Başkan, AB Sağlık Araştırmaları Merkezi Derneği, Ankara, Türkiye
Web: www.absaglik.com
e-mail: hhy@hacettepe.edu.tr
Ümran Altunkaya
General Manager, Travel To Cure, London, UK
Web: www.traveltocure.co.uk
e-mail: umran@traveltocure.co.uk

Tarih: Haziran 2006
-------------------------------------------------------------------------------------------------
*Buradaki görüşler yazarların ilişkili olduğu kurumları bağlamaz
-------------------------------------------------------------------------------------------------

Geçen hafta içinde İngiltere basınında geniş bir yer bulan Avrupa Adalet Divanı (European Court of Justice) kararı AB’de hastaların serbest dolaşımını (doğal olarak sağlık turizmini de) bir kez daha gündeme getirmiş oldu. Bu kararla Fransa’da tedavisini yaptırmış olan 74 yaşındaki Yvonne Watts’ın tedavi masraflarının NHS tarafından odenmesi kararlaştırılmıştır. Bu karar 1998 yılında Divan’ın vermiş olduğu Kohll ve Decker yargı kararlarının bir devamı niteliğinde olup AB vatandaşı hastaların kendi ülkesi dışındaki bir AB ülkesinde aldığı sağlık hizmetlerinin bedelinin ülkesi tarafından ödenmesi temeline dayanmaktadır.
Dünyada yaşanan küreselleşme süreci, ülke sağlik sistemlerinde yaşanan problemler (örneğin uzun bekleme listeleri ve yükselen maliyetler, hizmetlerde kalite problemleri), tüketicilerin bilinçlenmesi ve Avrupa Birliği (AB) gibi dinamiklerin bir sonucu olarak hızla büyüyen bir sektor olan sağlık turizmi çok genel anlamda hem tatil hem tedavi unsurlarını içeren bir kavram. Bu iki unsuru bir arada barındırma açısından Türkiye eşsiz bir konuma sahiptir. Ancak bu eşsiz potansiyeli etkili biçimde kullanma konusunda ne yazık ki başarılı olamamaktadır.
Günümüzde dünya saglik turizminden en büyük payı alan ülkelerin başında Hindistan gelmektedir. Her yıl yaklaşık olarak Hindistan’a 150.000 medikal turist gitmektedir. Hindistan sağlık sektöründe her yıl %30’luk bir büyüme olduğu kaydedilmekte ve 2012 yılında yıllık sağlık turizm gelirinin 1.2 milyar pound olması beklenmektedir. Bu popülaritenin temel nedeni bu turizm potansiyelini önce görmeleri, düşük maliyetle çalışmaları ve iyi tanıtım yapmalarıdır. Hindistan’in eski bir Ingiliz sömürgesi olması da Ingiltere’de daha olumlu tanınmalarını sağlıyor. Hindistan’ın son yıllarda genel olarak ekonomik anlamda göstermiş olduğu kayda değer gelişmeyi de göz ardı etmemek gerekir.
Kapitalist dünyaya hızla uyum sağlamaya çalışan doğu Avrupa ülkeleri de özellikle düşük işçilik maliyetleri ve AB üyeliği avantajını kullanarak sağlık turizmi pastasından önemli bir pay almaya başlamışlardır. Özellikle Türklerin bile ilk aklına gelen ülke olan Macaristan sadece diş tedavisinden elde ettiği yıllık 2 milyon dolarlık girdi ile yıldızı parlayan ülkeler arasında yer almaktadır.

Bir batı Avrupa ülkesi olarak Belçika özellikle estetik cerrahi ve obezite tedavisi konularında çok ciddi bir sektör payı elde etmiş durumdadır.
Başta da belirttiğimiz gibi Türkiye sahip olduğu sağlık turizmi potansiyelini iyi değerlendir(e)memektedir. Çok genel olarak belirtmek gerekirse, bir sağlık turizmi işini etkili ve verimli bir biçimde gerçekleştirebilmek için temelde üç unsurun varlığı gerekli olmaktadır. Bu üç unsurun varlığı, uyumu ve işletilmesi var olan potansiyelin etkili kullanımını da beraberinde getirmektedir. Bu unsurlardan birisi turizm olanakları (iklim, doğa, tarih, vs), diğeri sağlık hizmetleri olanakları (hastaneler, personel, teknolojik imkanlar, uzmanlıklar, uygun fiyatlar, şifalı sular vs) ve üçüncüsü de müşteri ile sağlık turizmi sektörünü buluşturacak profesyonel organizasyonların varlığı.
Son aylarda özellikle de AB adaylığı ve 3 Ekim 2005 tarihinde de müzakere tarihinin alınması ile birlikte AB ülkelerindeki hasta potansiyelini değerlendirmek isteyen Türk sağlık turizm sektöründe bir kıpırdanma yaşanmaya başlamıştır. Ancak sektörün var olan potansiyelini iyi bir şekilde değerlendirmek için henüz organize olmadığı belirtilebilir. Bunun temel nedeni de bize göre yukarıda belirttiğimiz üçüncü unsurun, yani müşteri ile sektörü buluşturacak profesyonel organizasyonların yeterli sayıda olmamasıdır. Ayrıca Türkiye’dekş sağlık sektörü ile ilgili sağlıklı istatistiksel verilere (hangi alanlarda Türkiye ileri tecribeye sahiptir, kac hastanenin ISO belgesi vardır, Türkiye sağlık sektörü dünya karşılastırmasında nerededir, v.s.) ulaşılamamaktadır. Türkiye’ye sağlık turizmi için yoğunlukla Almanya ve Hollanda gibi Türk nüfusun yoğun olduğu Avrupa ülkelerinden müsteri gelmektedir ve var olan bir kaç aracı kurum bu ülkelerde konuşlanmıştır. Özellikle iyi bir Pazar olduğu düşünülen İngiltere’de bu hizmeti vermek üzere kurulmuş bir tane şirket vardır (Travel to Cure) ve henüz Türk sağlık kuruluşlarının bu Pazar girmek için bir girimleri de mevcut değildir. Bunda da en önemli etken buradaki Türk nüfusun sayı olarak daha az olması ve bu işi üstlenecek niteliğe sahip yeterli sayıda girişimcinin bulunmamasıdır. Bu organizasyon sektörünün yetersizliği Türkiye’deki kimi hastanelerin işin turizm ve organizasyon kısmını da üstlenmeye girişmelerine yol açmıştır. Ancak organizasyon işi ayrı bir profesyonellik gerektiğinden şu ana kadar tam anlamı ile başarılı oldukları söylenemez. Diğer ilk iki unsurda Türkiye’nin iyi konumda olduğu belirtilebilir. 1.000’nin üzerinde kaplıcası ile, önemli bir seviyeye ulaşmış turizm yatak kapasitesi ile ve en önemlisi de dünya standartlarında ve hatta bazı durumlarda dünya standartlarının da üzerinde sağlık hizmetleri olanakları ile çok iyi bir potansiyele sahiptir. Kaplıca kaynakları açısından dünyadaki en zengin 3 ülke arasında yer alan Türkiye ne yazık ki bu kaynağını yine profesyonel olmayan işletmeler nedeni ile iyi değerlendirememekte. Dünyaca bilinen bazı kaplıcalarımızın peofesyonel web siteleri yok, fiyat almak çok zor, karşınıza çıkan kişiler müşteri odaklı değil ve çoğu yabancı dil bilmiyor. İşin uzmanı olmayan kişilerin bu işi yapmaya devam etmesi ve teknik alanda uzman olan kişilerin işletmeyi de üstlenmeye kalkması en önemli olumsuz unsurlardır. Kaplıca potansiyelini keşfetmiş olan bazı yabancılar amatör işletmelerle uğraşmak yerine kendi işletmelerini kurmaya başlamıştır. Örneğin bir İngiliz grup Pamukkale’de kaplıca satın almış.
Almanya’dan her yıl 4 milyon, İngiltere’den de her yıl 1 milyon turistin Türkiye’ye tatile gittiğini ve son yıllarda bu ülke vatandaşlarının Türkiye’de yoğun olarak emlak aldığını göz önüne alırsak potansiyel daha iyi ortaya cıkar. Bu veriler bize aynı zamanda “bu kadar ziyaretçiye rağmen neden Türkiye hala bu kadar olumsuz bir imaja sahip?” sorusunu da sordurmalıdır. Gurbetçi vatandaşlarımızın bu tanıtımda ne kadar etkili olduklarını tekrar hatırlatmakta fayda var.
Türkiye’nin katılım müzakereleri yürüttüğü (henüz fiili olarak başlamasa da, çünkü şu aşamada tarama süreci devam etmektedir) ve sağlık turizmi açısından önemli bir potansiyel müşteri olarak gördüğü AB’de görülen sağlık turizmi pratiğini üç ana başlıkta vermek mümkün. AB mevzuatı kapsamında ortaya çıkan serbest dolaşım, ülkeler arası ikili anlaşmalar kapsamındaki hasta akışı ve üçüncüsü de ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinin karşılamadığı ancak özel sigorta veya kendi ceplerinden odeyerek sağlık turizminden faydalanmak isteyen bireylerin girişimleri. Burada bir hususu belirtmek gerekirse AB’de hastaların serbest dolaşım hakkı olmasına karşılık bu hakkın çok yaygın bir şekilde kullanıldığı da söylenemez. Bunun temelinde lisan engeli, dışarıda sunulan sağlık hizmetleri hakkında bilgi eksikliği, sağlık sistemlerinin farklılığı, bürokrasi, kültür farklılığı, seyahat ve zamanın maliyeti, profesyonel aracı kurumlardan hizmet alın(a)maması, vb gerekçeler olduğu belirtilebilir. En önemlisi güven sağlayacak referans bilgilerin mevcut olmamasıdır. Kısacası hasta ile hizmet sunucularını bir araya getirecek profesyonel kurum eksikliği ve var olanların da etkili bir şekilde kullanılmaması sözkonusudur. Olumsuz bir etki de bu işi amatörce yapmaya çalışanların mutsuz ettiği müşterler. Profesyonel olmayan kişi ve kurumların henüz gelişmekte olan bu sektöre verdiği ve vereceği zarar tamiri pahalı ve çok zaman alan bir zarar olacaktır. Hali hazırda olumlu olmayan Türkiye imajına vurulacak her darbe büyük bir sektörü yaralayacak nitelikte olacaktır. Buradan da net olarak anlaşılacağı üzere TC Devletinin, ilgili kurumların ve yurt dışında yaşayan vatandaşların Türkiye’deki modern saglık kurum ve hizmetlerinin tanıtımını yapmaları büyük önem taşımaktadır.
Bir önceki paragrafta belirtilen AB mevzuatı (Roma Antlaşması) kapsamında ortaya çıkan serbest dolaşım pratiğini biraz açmak gerekirse öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, AB serbest dolaşım üzerine kurulmuş bir oluşumdur. Bu serbest dolaşımın dört ayağı var: Malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı. Bu dört serbest dolaşım hakkı ancak kamu güvenliği ve sağlığı gerekçesi ile sınırlandırılabilmektedir. Bu çerçevede ele alındığında kişilerin serbest dolaşımı hakkının uygulama alanlarından birisi de hastaların serbest dolaşımı olmaktadır. AB’de hastaların serbest dolaşımı hakkı başlangıçta Roma Antlaşması’na dayalı olarak çıkarılan 1408/71 ve 574/72 sayılı Tüzüklerce düzenlenmekte olup temelde üç programdan oluşmaktaydı: “E111” seri numaralı program, AB vatandaşlarının başka AB üyesi ülkeyi ziyaretleri sırasında acil bakımı gerektiren durumlarda kullanmaları gereken programdır. “E112” programı başka üye ülkelerden planlanmış sağlık hizmetleri almak için kullanılır (önceden izin almak koşulu vardır). “E106” programı ise sınırlar arasında seyahat ederek çalışanların yararlanıp kullanabilecekleri bir programdır. Ancak 1 Haziran 2004 tarihi itbariyle “E111” formunun yerini “Avrupa Sağlık Sigortası Kartı” almıştır. Bu kart Avrupa Ekonomik Alanı (AB, Norveç, İzlanda ve Liechtenstein) ve İsviçre’ye yapılan turistik ve iş amaçlı gezilerde bu gruba giren ülke vatandaşlarınca yanlarında bulundurmaları, herhangi bir sağlık ihtiyacı durumunda bulundukları ülkenin sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri için gereklidir.
Ancak AB’de sınırötesi sağlık hizmetlerine erişmede tüzüklerle sağlanan yasal çerçeveye ek olarak ilki 1998 yılında olmak üzere daha sonraki yıllarda AAD’nin aldığı kararlarla (AAD içtihatları) birlikte yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Bu durum AAD’nin aldığı kararlar sonucu oluşan fiili durum çerçevesi olarak ele alınabilir ve temel gerekçesini de daha önce de bahsettiğimiz gibi AB’nin temel unsurlarından birisi olan serbest dolaşımın engellenemeyeceğinden almaktadır.
AAD’nin Kohll ve Decker kararları, Lüksemburg sosyal güvenlik sistemi kapsamında sigortalı olan Lüksemburg vatandaşı iki kişi ile ilgilidir. Raymond Kohll Almanya’dan diş tedavisi almış, Lüksemburg’da gözlük reçetesi verilen Decker ise gözlüğünü Belçika’dan satın almıştır. Adı geçen mal ve hizmetleri dışarıdan almak için önceden Lüksemburg sigorta fonundan (Caisse de Maladie) izin almamalarına rağmen Kohll ve Decker aldıkları bu mal ve hizmetlerin bedellerinin Lüksemburg sağlık sigortası fonu tarafından geri ödenmesini talep etmişlerdir. Decker, Belçika’dan gözlük almak için, Lüksemburg yasalarının / düzenlemelerinin gerektirdiği üzere önceden izin almamıştır. Kohll ise önceden izin almak için başvuruda bulunmuş ancak bu talebi, Almanya’dan alacak diş(çilik) tedavisinin acil olmadığı gerekçesiyle reddedilmiş ve bu yüzden Lüksemburg’dan diş tedavisini alması gerektiğini bildirmiştir. Kohll “önceden izin alma prosedürü”nün başka bir AB üyesi ülkeden hizmet satınalınmasını sınırladığını ve bundan dolayı da AT Anlaşmasının 49. ve 50. maddelerini ihlal ettiğini iddia etmiştir. Decker ise, önceden izin alma prosedürünün AB içerisinde malların serbest dolaşımını sınırlandırdığını ve bundan dolayı AT Anlaşmasının 28. maddesini ihlal ettiğini belirtmiştir. Her iki durumda da AAD, bireylerin (Kohll ve Decker) taleplerini, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını düzenleyen AB Antlaşma hükümleri çerçevesinde değerlendirmiş ve haklı bulmuş ve kişiler lehinde karar vermiştir. AAD, üye ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerini organize etmekten sorumlu olduğunu ancak malların (Decker davası) ve hizmetlerin (Kohll davası) serbest dolaşım olanaklarını da oluşturmak durumunda olduklarını karara bağlamıştır (Yıldırım, 2004).
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin AB mevzuatının gerektirdiği hastaların serbest dolaşımı hakkı ile doğan sağlık turizmi imkanından faydalanması mümkün görünmemektedir. Bunun temelde iki nedeni var: Birincisi Türkiye henüz AB üyesi bir ülke değil. İkincisi de AB mevzuatı çerçevesinde doğan hastaların serbest dolaşımı hakkı çok yaygın bir biçimde kullanılmamaktadır. NHS’in yurt dışına hasta gönderdiği veya beklemek istemeyenlere izin verdiği bilinmektedir, ancak NHS bu dolaşımı uçuş süresi ile de kısıtlamıştır. Hastanın gideceği ülkenin 3 saatin altında bir uçuş mesafesinde olması şartı vardır. Dolayısı ile bu anlamda şu anda NHS ile işbirliği zor görünmektedir. Ancak diğer iki sağlık turizmi pratiğinden yüksek düzeyde pay alabilmek için Türkiye yüksek bir potansiyele sahiptir. Bu payı alabilmesi de birkaç koşulu yerine getirmesine bağlı olacaktır: Devletin kolaylıklar getirmesi ve destek sağlaması gerekir (özel sektöre yatırım teşviki, tanıtım, vize kolaylıkları vs), başta özel sektör olmak üzere sektörün birlikte tanıtım kampanyaları organize etmesi gerekir. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi profesyonel aracı kurumlarla işbirliği yapılması gerekmektedir.
Mevcut durumda Türkiye dünya sağlık turizmi pastasından az da olsa (kaplıca, estetik ve göz alanları başta olmak uzere) pay almaktadır. Ancak bu payın rakamsal büyüklüğü konusunda elimizde sağlıklı bir veri maalesef yok. Son bir yılda Hollanda, Almanya ve İsviçre’den sağlık kuruluşlarının ve doktorların Türkiye’deki özel hastanelerle işbirliği yaptıkları bilinmektedir.
Türkiye’nin sağlık turizmi konusunda rekabetçi üstünlüğünün unsurları olarak; hastanelerin altyapıları ve donanımlarının yüksek kalitesi, başta hekimler olmak üzere sağlık hizmet sunucularının eğitim ve deneyim seviyesinin Avrupa standartlarında olması, diğer ülkelere nazaran sunduğu fiyat avantajları, özellikle bulunduğu coğrafi konum itibariyle sahip olduğu eşsiz doğal ve tarihi zenginlikleri ve uygun iklim koşulları ile birleşen kaliteli turizm işletmeciliği ve dünyaca bilinen Türk konukseverliği verilebilir. Buna karşılık yukarıda satır aralarında da belirtildiği gibi Türkiye’nin bazı zayıf tarafları da var: Sektör kendi içinde içinde organize değil. Profesyonel aracı kurumlar yok. Türkiye sahip olduğu kaynakları ve avantajları etkili olarak tanıtamıyor. Özellikle İngiltere, Belçika ve Fransa gibi ülkelerde Türkiye imajının negatif oluşu önemli bir engel.
Özetle belirtmek gerekirse, Türkiye genelde dünya ve özelde de Avrupa sağlık turizmi pastasından (giderek büyüyen) pay almak konusunda önemli bir potansiyele sahip. Ancak bu potansiyeli efektif talebe dönüştürmek için de sağlık sektörüne, turizm sektörüne, profesyonel aracı kurumlara, devlete ve tabiki her Türk vatandaşına büyük görevler düşmektedir. Özellikle döviz kurlarındaki son yükselme Türkiye’deki fiyatları daha cazip hale getirebilir. İşin püf noktası el ele verip “sinerji yaratmakta” yatmaktadır. Zaman “rekabet değil işbirliği” zamanıdır.
Kaynaklar
Yıldırım, H.H. Avrupa Birliği Sağlık Politikaları ve Avrupa Birliği’ne Üye ve Aday Ülke Sağlık Sistemlerinin Karşılaştırmalı Teknik Verimlilik Analizi: Veri Zarflama Analizine Dayalı Bir Uygulama. Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitütü (Yayımlanmamış Bilim Uzmanlığı Tezi), 2004, basında yer almış haberler.

Haziran 2006

İLERİYİ GÖREBİLMEK

Türkiye’de yılardır alışılagelmiş bir yaklaşımdır, Batılı ülkeleri örnek almak ve onlar gibi ileri gitmek ama bir türlü bunun nasıl yapılacağına ilişkin bir plan ne görmüş ne duymuşumdur.

Geçen gün bir akşam gazetesinin küçücük köşesinde bana göre çok önemli bir haber vardı. Dikkatimi çekti çünkü “UK Çin’den öğretmen getirtecek” diye atılmıştı başlık. “Allah Allah!! Burada öğretmen sıkıntısı da mı varmış ve niye Çin?” diye merakla okumaya başladım. Mandarin (Çince) öğretmeleri için Çin’den öğretmen getirtilecekmiş.

Peki neden? İngiltere’deki Çinli çocuklar kendi dillerini unutmasınlar diye mi? Bazı okullarda Mandarin zorunlu kılınacakmış. Merakım gittikçe artıyor. Niye Çince bu kadar önemli.

Efendim Çin ekonomisinin gidiş hızına bakarak 2020 yılında İngiltere’yi ziyaret etmesi hesaplanmış olan Çinli turistlere hizmet edebilmek için önemli sayıda Mandarin bilen adam lazım olacakmış, o nedenle şimdiden bu kişilerin eğitimine ilkokuldan başlanmalıymış! Bu amaçla da Çin’den öğretmenler derhal getirilecekmiş.

Nereden nereye! İleride zengin olacağı varsayılan ve İngiltere’ye turist olarak gelecekleri varsayılan Çinlilerin bırakacakları varsayılan parayı kapabilmek için şimdiden ve akıllıca bir plan. Dikkatinizi çekerim “varsayımlar” üzerine yapılmış bir yatırım bu.
Doğal olarak acı bir gülümseme yayıldı dudaklarıma. Kendimizi düşündüm. Planlama kapasitesi için; “Türk’ün aklı ya kaçarken ya s....ken gelir” diye vecizeler dizilmiş olan kendimizi....

Başkaları varsayımlar üzerine yatırımlar yaparken bizler varsayımların ötesine geçmiş olan konularda bile hala işaret bekliyoruz. Bırakın devleti acaba Türk turizmciler böyle bir potansiyelin farkındalar mı? 90’lı yılların başındaki doğu Avrupa bavul tacirlerinin gelecek potansiyelini göremeyip sonra ardlarından ağlamış olan esnafımızdan acaba hiç ders almış olan var mıdır? O tren kaçtı!

Tabii burada sorumluluk hiç bir zaman kurumlarda değildir. Sonuçta kurumları oluşturanlar da kişiler ve biz yönetim yapılarımıza kişisel niteliklerimizi taşıyoruz. Her şeyi son ana bırakma ve başkalarını takip/teklit etme konularında ziyan edilen müthiş yeteneklerimiz var. Bizler bireyler olarak ileri görüşlü olma ve uzun dönemli hedeflere göre plan yapma yeteneğimizi geliştirmediğimiz sürece uluslararası ticaret pastasından alacağımız dilim her zaman küçük kalacaktır. İşte o zaman komşunun tavuğuna imrenmemek için şimdiden civ civ alıp yetiştirmeye başlamamız iyi olmaz mı?
03 Ekim 06

TÜRKLERLE İŞ YAPILMAZ!!

“Yok kardeşim Türklerden uzak duracaksın””Aman sakın Türklerle iş yapma!”
“Vallahi Rusya’da bir ofis açtık çok daha iyi çalışıyoruz. Kendi dilimizi konuşan adamlarla iş yapamadık”
“Aman Türk şirketlere bel bağlama, git başka ülkelerle de bağlantı kur. Türkiye ile iş zor yapılıyor”
“Yahu ne düzgün mal alabiliyorsun ne de ödemen zamanında yapılıyor. İlk parti mal iyi geliyorsa sonrakinde en kötüleri kakalıyorlar”.
“İngiliz firmayla çalıştım rahat ettim. Bir de kahramanlık yapıp kendi ülkemin ekonomisine katkıda bulunayım dedim ama istemediğim malları gönderdiler,üstelik de buradan daha pahalı”
................................
Bu sözleri duymaktan ben bıktım ama ne yazık ki vatandaşlarım henüz bıkmamış olmalı ki duymaya devam ediyorum. Sadece duymuyorum fiilen kendim de yaşıyorum. Bir arkadaşımın havaalanı transferi için Türk bir taksi ayarlayayım bari kendi adamım kazansın dedim adam beni kazıklamaya kalktı, sanki ben fiyatları bilmiyormuşum gibi.

“Hintliler, Bulgarlar, Macarlar aldılar başlarını sağlık turizminde dört nala gidiyorlar bizim ülkemizin nesi eksik, hatta fazlası var” dedim hemen bu işe koyuldum ama heyhat, adam bul da işbirliği yap. Türkiye’nin en tanınmış hastanelerinden biri ile aylarca ne buradan ne oradan irtibata geçebildik. Aslında kendi tarafımızdan irtibata geçtik de o taraftan cevap alamadık. Düşünsenize ben buradan hastayı bulmuşum ama hastaya randevu verecek merciye ulaşamıyorum. Hasta gönderiyorum ama paramı alamıyorum. Ne rezillik!! Bir de sanırsınız ki İngilizler kapılarını aşındırıyor “aman bizi tedavi edin” diye.

Neden Türkiye’deki çoğu işletmede vizyon yoktur anlamam. Türk insanı neden, “yahu bunun arkası gelir ben şimdiden doğru davranayım” demez de kendisine lokma uzatan eli daha ilk lokmada ısırır! Ondan sonra feryat figan “aman devlet yardım etsin ihracat yapamıyoruz”!! Siz önce kafanızı düzeltin efendiler kafanızı!! Size iş sunan herkesi daha baştan yolunacak kaz gibi görür iseniz hiç bir işin devamı gelmez.
Aç gözlülük bu bence, başka bir şey değil. Sabırsızlık ayrıca. Ne demiş atalarımız “aza tamah etmeyen çoğu bulamaz”. Bizimkiler ilk adımda çoğu almak istiyorlar.

Yıllar evvel İstanbul Laleli Rus ve Romen bavul tüccarlarının akınına uğradığında o insancıklara esnafımızın yaptığı saygısızlıktan ben utanmıştım. Hiç unutmuyorum bir gün esnaftan birisine “bu adamlara gülüyorsunuz ama çok değil bir kaç yıl sonra bunlar bizi sollar geçer siz de peşlerinde dolanırsınız” demiştim. Yanılmamışım!! Ruslar ve Romenler Laleli piyasasını terk edeli yıllar oldu. O bavul tüccarlarının çoğu zengin oldu veya başka pazarlar buldular ama bizim esnaf hala aynı yerde beklemekte ve şimdi dalga geçtiği laf attığı o insanlara saygıyla yaklaşmakta amma geçmiş ola; “geçti Bor’un pazarı sür eşşeği Niğde’ye” diyeceğim ama Niğde’de Pazar kalmadı ki!! Gitti o müşteriler geri gelmezler!! Bari bir şeyler öğrenmiş olsaydık. Hala aynı tas aynı hamam!
“Bu gün fırsat varken ne alabiliyorsan al, yarını yarın olunca düşünürüz” mantığıdır Türklerin önündeki en büyük engel. Haydi biri çıksın da “yanlış” desin!

20 Eylul 06

SATILIK HASTALIKLAR

Buyurun işte!! Söylüyoruz ama dinleyen yok. Çok şükür kitabı çıkmış. Bir arkadaşımdan gelen e-postasından aktarıyorum. Yazıyı kimin yazdığı belirtilmemiş. “'Aslında hasta değiliz! Ama ilaç devleri pazarlama illüzyonuyla hepimizi 'hasta etmek', her sağlıklı insana ilaç satmak istiyor.'Evet kitabı ilk kez elinize aldığınızda bu 'şok edici' cümlelerle karşılaşıyorsunuz ve uydurma hastalıkların profesyonellerceyaratılıp bu hayalin nasıl topluma pazarlandığını okumayabaşlıyorsunuz. Bu hastalıkların tedavisi için yan etkileri bolkimyasalların insanlara nasıl milyar dolarlar karşılığı içirildiğini çok açık bir şekilde görüyorsunuz. 'Satılık Hastalıklar', sağlık alanında uzmanlaşmış dünyaca ünlü Avustralyalı bir gazeteci ile ilaç politikaları üzerinde uzmanlaşmış Kanadalı bir araştırmacının titiz çalışmalarının ürünü. İkili, büyük ilaç firmalarının 'mallarını' sağlıklı insanlara da satabilmek için uyguladığı manipülasyon taktiklerini, pazarlama yalanlarını derlemiş! Tamamı belgeli ve kaynak göstererek… 'Satılık Hastalıklar' özellikle 10 'hastalık' üzerinde yoğunlaşıyor. 1. Yüksek tansiyon 2. Depresyon 3. Yüksek Kolesterol 4. Kadınlarda Cinsel İşlev Bozukluğu 5. Menopoz 6. Sosyal Anksiyete 7. Dikkat Eksikliği Sendromu 8. Osteoporoz 9. Irritabl Bağırsak Sendromu 10. Regl Öncesi Disforik Bozukluk Dolayısıyla kitabı, kendisine yukarıdaki hastalıklardan biri yönündeteşhis koyulmuş herkes okumalı. Okumalı ve sormalı kendine: 'Acababen de ilaç firmalarının tuzağına düşenlerden biri miyim?' Sorunun yanıtının 'evet' olma olasılığı yüksek çünkü kitaba göre 500milyar dolarlık cirosu ile ilaç sektörü 'malını' pazarlamak için heryolu deneyebiliyor. 100 binlerce kişilik ilaç tanıtım elamanıordusu, yine binlerce kişiden oluşan 'reklâm-PR' ordusuyla işbirliğiyaparak herkesi şuna inandırmaya çalışıyor: 'Aslında hastasınız'… Profesyonel hastalık satıcıları insanları zayıf noktalarından vurmaya çalışıyor, korkuyupazarlıyor. Günlük hayatın sıradan iniş çıkışlarını mı yaşıyorsunuz? Yafta hazır; psikiyatrik hastalığınız var. Ya da çocuğunuzda ergenlik çağının basit gerilimleri mi var? İlaçşirketlerine göre bu da tedavi edilmesi gereken bir hastalık.Üstelik insanı intihara bile sürükleyecek yan etkilere sahipilaçları ömür boyu kullanarak… Kolesterol tuzaklarına ne demeli? Kolesterolün bizim için olmazsaolmaz bir madde olduğunu unutturup, yabancı, düşman bir maddeymişgibi gösteriyorlar. Kolesteroldeki hafif yükselmenin bile kalp kriziriskini oluşturan en önemli etken olduğunu pazarlayarak insanlarınüçte birine avuç dolusu ilaç içiriyorlar. Bu acımasız endüstriye göre menopoz da bir hastalık, tabii kisürekli ilaç kullanılmasını gerektiriyor! 'Satılık Hastalıklar' kitabında ilaç endüstrisinin üzerindeincelikle çalıştığı bu ve benzeri hastalık tuzaklarının tamamınıbulacaksınız. Hastalık uydurup köşeyi dönenleri yakından tanıyacaksınız. Satılık HastalıklarMoynihan, Ray; Alan CasselsHayy Kitap” Geçen yıl bu konuda araştırma yapan Amerikalı bir yazarla tanışmıştım. Tüm dünyayı dolaşıp ilaçsız tedavi yöntemlerini araştırıyordu. İlaç devlerinin hışmından korktukları için alternatif tedavi yöntemlerinin öne çıkarılamadığını söylemişti. Bir ilaç şirketi için en iyi müşteri genç yaştaki hastaymış ki uzun süre ilaç alabilecek bir ömrü olsun. Araştırmalara göre bir ilaca başladığınızda bu ilacın yan etkileri dolayısı ile bir kaç yıl sonra kullandığınız ilaç sayısı bir kaç adete ulaşabiliyor.Peki bunları paylaştığım çevremdeki kaç kişi buna inanmıştı?! Herkes şunu söylemişti “hadi canım bu kadarına da izin verilmez”. Ateş olmayan yerden duman çıkmazmış!

25 Eylul 06

İNGİLTERE ŞİŞİYOR!!

Son aylarda yazılı ve görsel basında hep aynı konu işleniyor; “İngilizler şişmanlıyor”!! Bunu fark etmek için medyayı takip etmeye gerek yok! Ben bunu etrafıma bakarak rahatlıkla görebiliyorum. Çok kısa bir zaman diliminde İngiliz toplumunda ciddi bir yapı değişimi var. İnsanın gözüne gözüne giriyor!!

İngilizlerin Amerikalılara göre 5 kat daha hızla obezliğe doğru gittiğini öğrenince insan önce şoke oluyor ama Amerikalıların bu döngüyü artık tamamladıkları ve neredeyde hepsinin obez olduğu düşünülürse Amerika ile karşılaştırmak doğru olmaz ancak nüfusun kendi içindeki karşılaştırmalar da tehlike sinyalleri veriyor.

2010 yılında İngiliz toplumunun yaklaşık %30’unun obez olacağı hesaplanmakta. 2 ila 15 yaş arasındaki kızların %22’si ve erkeklerin %19’unun aşırı kilolu olacağı da belirtiliyor. Dikkat edin dişi cinsi daha fazla tehlike altında.

İşin kötü tarafı ise çocuklar arasındaki obezitenin, onları anne bablarından önce ölme riski olan bir nesil yapması.

Obezite sadece kişiye değil yaşadığı topluma da zararlar getiren bir sorun. Sadece İngiltere’de aşırı kilodan kaynaklanan sağlık sorunlarının çözümü için harcanan paranın 7 milyar pound civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu konudaki maliyeti azaltmak için alınan tedbirlerin başında ise aşırı kilolu kadınlara tüp bebek uygulaması yapılmaması geliyor. Aşırı kilo ile kısırlık sorununun çok ilintili olduğu artık kesinleşmiş durumda ve bu sadece kadın için geçerli değil beyler!!

Tabi unutmamak gerekir ki obezite sadece İngiltere veya Amerika’nın sorunu değil. Özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ciddi bir sorunu. Dünya çapında 1 milyar insan aşırı kilolu ve bunların 300 milyonu da obez. Fazla yiyen insan sayısı dünyadaki yemek bulup yiyemeyen insan sayısını geçmiş bulunuyor. İnsanlar teknolojinin bir nimeti olarak fiziksel faaliyetlerini azalttığı gibi hazır yemek ve hormonlu gıdalarla aldığı kalorileri artırmakta. Unutmayalım ki bedenimiz teknoloji ile aynı hızda değişmiyor, dolayısı ile teknolojinin yarattığı bazı kolaylıklar bedenimiz için çok zararlı olabiliyor.

Klasik çözümlerim işe yaramadığı artık kabul edilmiş durumda. Aşırı kilonun bilinç altındaki sebepleri çoğunlukla psikolojik. Bunu çözmeden kiloya çözüm aramak doğru değil ancak fazla da beklememek lazım çünkü bedendeki her kilo ciddi zararlar veriyor. Belki biliyorsunuzdur ense ve bel etrafındaki kilo ciddi olarak kalp problemi yaratıyor.

Bazıları obeziteyi küresel ısınmadan daha tehlikeli olarak tanımlıyorlar haklı olarak. Eee herhalde “doğal seleksiyon” insalarda böyle oluyor. Ya salgın hastalık, ya doğal felaket.... İnsan nüfusu bir şekilde denge seviyesinde tutuluyor. Acaba bilinç altında bazı insanlar kendilerini kurban edip dünya nüfusunu dengede tutmaya mı çalışıyorlar?

Londra, Eylul 2006

ZAMANSIZ TERFİ

Büyük yaşam keşmekeşinde hayatımızı devam ettirmenin aracı olan iş yaşamımız özel yaşamımızı da hükmü altına almış gidiyor. Mutluluğumuz ve mutsuzluğumuz o kadar iş yaşamına endekslendi ki aile içinde artık bireyleri iş yaşamı için hazırlamak şart oldu. Bizi etkileyen bir iş ve özel yaşam karışımı olan zamansız terfi olayını irdelemek istedim bu yazıda.

Ne yazık ki çevremiz, dolduramadığı bir pozisyonda çırpınan ve çırpındığı belli olmasın diye kendinden daha iyi olanları dışarıya doğru tekmeleyen çalışanlarla dolu. Öyle olmak zorundalar, çünkü aynı pozisyonu ve maddi şartları başka bir yerde elde etme şansları yok. Bazıları ise bunu fark edemeyecek kadar şanssız. Bilinen bir deyiş vardır “ bir ameleye yapılabilecek en büyük kötülük, onu usta yapmak ve sonra da işine son vermektir, çünkü o hep usta olarak iş arayacak ama asla bulamayacaktır”. …Veya çaycınıza piyasanın iki katı ücret verin ve 2 ay sonra işten çıkarın. Alışmış olduğu o standardı yakalayana kadar uğraşacak ve mutsuz olacaktır. O miktarı bulması mümkün değildir ama ona göre hakkı odur. İşte size, işte, aşkta ve her şartta mutsuz ve doyumsuz bireyler.

Bu insanlar sadece çalışma hayatlarında değil özel hayatlarında da etraflarını rahatsız eden ve kendilerini bir seviyeye konduramayan kişiler. Sürekli olarak kendini bir başkası ile kıyaslamaya, sahip olduklarını böylece ölçmeye veya patronundan ne kadar zam istemesi gerektiğini saptamaya çalışan kişiler. Üstelik o kıyasladıkları kişi ile aralarında ne kadar büyük farklar olduğunu bilmeden. …Ve haksız yere yaralanan ve yıpranan karşı taraf.

Peki sorunun ne temelinde ne yatıyor? Basit! Çalışana, gelişmesi gereken yönleriyle ilgili bilgi verilmemesi ve çalışanın bu eksikliklerinden dolayı ilerleyememesinin sorumluluğunun başkasına yüklenmesi ve kişiselleştirilmesi; çoğunlukla da hiç polemiğe girmeden hemen terfi ettirilmesi.



Bu durumu biz kendi bünyemizde çok yaşadık ve yaşıyoruz. Yıllar önce, İnsan Kaynakları diye bir bölümün olmadığı dönemde yükselmek isteyen herkes Müdürü ile ilişkisini kullandı ve kendini bir üst pozisyona terfi ettirdi. Sık duyduğumuz cümleler şunlardı o zamanlar;

“Hasan’a işi ben öğrettim. O Müdür oluyorsa ben haydi haydi olurum”
“Ben 5 senedir buradayım. Bu işi iyi biliyorum.”

O zaman hiç kimse çıkıp da bunlara dur dememişti. Kimse, iyi bir garson olmanın iyi bir yönetici olmayı gerektirmediğini söyleyememişti. Sadece ben çırpınıyordum “ yazık bu adamlar bu işi yapamayacak ve onları kaybedeceğiz. Söyleyin onlara Müdür olmak için vasıfları yeterli değil” diye. Nitekim 2 yıl sonra hepsini tek tek işten çıkardık ve kendini Müdür pozisyonunda başarılı sanan ve o pozisyonda iş arayan bir mutsuzlar ordusu yarattık.

Hala benzer sorunlar yaşıyoruz ama şekli değişik şimdi. Terfi talebi bize iletilen bir çalışanın bu talebi, henüz hazır olmadığı gerekçesi ile red edildiğinde, yöneticisi ona “yapabileceğim bir şey yok. Sen aslında iyisin ama İnsan Kaynakları seni uygun görmüyor, yoksa bana kalsa…” diyebiliyor, adamının hazır olmadığını bile bile. İşte bu bir çalışana vurulabilecek en büyük darbelerden biridir. Ona karşı açık ve dürüst olmamak. Ona eksikliklerini göstermeden, onu kendi kapasitesinin belirsiz sınırları içine hapsetmek. Bu o kişinin çıkışa kaç kilometre kaldığını ve hangi yönde olduğunu bilmeden yürümesine benziyor. Daha da kötüsü kendini yeterli görüp diğerlerine diş bilemesine ve gereksiz çekişmelere yol açıyor.

Çoğunlukla başvurulun başka bir yöntem de böyle bir çalışanı başka bir bölüme transfer etmektir ama bu da kanserli hücrenin bir organdan diğerine nakli gibi çözümsüz bir debelenmedir. Üstelik doktor olduğunuz sürece o hastanın karşınıza tekrar çıkması olasılığı çok yüksektir.

Belki de kültürümüzün bir sonucu olarak yöneticilerimiz çalışanlarına geliştirmeleri gereken yönler ve kariyer olanakları ile ilgili dürüst ve açık bilgiler veremiyorlar. Bunun da aşağıdaki gibi çeşitli sebepleri var;

1. İlişkiyi bozmamak : çalışanına negatif geri bildirimde bulunursa çalışanın ona küseceği korkusu var.
2. Çatışmadan kaçınmak : Böyle bir geri bildirimde bulunursa çalışan onu sorgulayabilir ve açıklama isteyebilir. Bu bir tartışma ortamı demektir ve pek çok yönetici astı ile tartışma ortamını dengeleyemez.
3. Ölçüm kriterlerine sahip olmamak: Her firmanın veya en azından her yöneticinin yapılan iş için gerekli olan nitelikleri ölçülebilir kriterler olarak ortaya koyması gerekir. Ancak bu şekilde kayırmalar veya yanlış anlaşılmalar önlenebilir ve tatmin edici cevaplar çıkabilir. Fakat ölçüm kriterleri nadiren vardır veya uygulanır. Bir yönetici astına, “Ahmet Bey, siz henüz şef pozisyonu için hazır değilsiniz” dediğinde, Ahmet Beyden gelecek olan “ bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?”, sorusuna hazırlıklı ve cevabı da tatmin edici olmalıdır. Yoksa aradaki güven tamamı ile sarsılır ve Ahmet Bey şef pozisyonuna terfi eden arkadaşına karşı haksız bir hınç besler, çünkü kendini onunla aynı seviyede görmektedir ve kendisinin hakkı yenmiştir. Kimbilir diğer arkadaşı o pozisyona nasıl gelmiştir? Bu tür düşünceler çalışanların ruhlarını kemiren kurtlardır.
4. Nasıl anlatacağını bilmemek : Birisine gelişmesi gereken yönleri ile ilgili bilgi vermek demek, o kişiye eksik olduğu yönleri yapıcı bir dille aktarmak demektir ve pek az yönetici bunu nasıl yapacağını bilir. Bu tür geri bildirimde bulunabilmek için iyi ve objektif bir gözlemci olmanın yanında bu gözlemleri uygun ve açık bir dille ifade edebilmek de gerekmektedir. Bazı yöneticiler pozitif noktaları bile anlatırken negatife çevirebilirler. Negatifi pozitif bir şekilde vermek gerçek bir hünerdir.
5. Toplumsal eğilim : Ne yazık ki kültürümüzde kişilerin negatif yönlerini yüzlerine rahatça söyleyebilmek yerleşmemiş. Bunlar ancak kişinin gıyabında veya bir kavga sırasında söylenmekte. Kimse karşısındaki ile kötü olmak istemiyor ve sorumluluğu başkasına yüklemeyi tercih ediyor.
6. Eksikliği kabul edememek : İş sadece bildirimi yapan tarafla bitmiyor tabii ki. Ne yazık ki pek çoğumuz bize eksikliğimizi söyleyenlere düşmanımız gibi davranıyor ve küsüyoruz. Bu da yöneticileri zorlayan başka bir sebep. Oysa “dost acı söyler” ata sözü de bize ait.

Gördüğümüz gibi olayın iki tarafı var; verici ve alıcı. Her iki tarafa da görev düşmekle birlikte ben yine de yöneticiyi, daha tecrübeli ve bilgili olması açısından daha sorumlu görüyorum. Unutmamalıyız ki bu sadece yöneticiler olarak değil aynı zamanda bilinçli yetişkinler ve ebeveynler olarak da sorumluluğumuz. Yakınlarımıza, çocuklarımıza ve astlarımıza, duygusallığımızı bir kenara bırakıp kapasiteleri ve kariyerlerinde gelebilecekleri nokta ile ilgili, ölçülebilir, somut ve objektif geri bildirimde bulunmamız onların ruh sağlıkları ve toplumla barışıklıkları açısından çok önem taşıyor.

Yöneticiler olarak astlarımıza sürekli geri bildirimde bulunalım, üstlerine gidelim, çekinmeyelim. Bir gün olumlu algılamayı ve minnettar olmayı öğreneceklerdir. Aynı şekilde, bize gelen bildirimlere de kulağımızı açalım ve minnettar olmayı öğrenelim. Bu çift yönlü bir öğrenimdir.

2000

“TÜRKİYE”YE DAVET

- Yanlış yazmışsın Türkiye değil Turkey olacak O!
- Türkiye mi? Neresi orası?
- Aaa yeni bir ülke mi?
- Türkiye’de cok mu hindi var?

Yıllar önce dönemin hükümeti dış yazışmalarda artık ülkemizin TURKEY değil TÜRKİYE olarak yazılması ve bu şekilde kabul ettirilmesi kararı aldığında çok sevinmiştim ama sevincim kursağımda kaldı.

Yıllar geçti ve ne yazık ki ülkemiz hala “Turkey” olmaktan kurtulamadı, ben de “Türkiye” diye yazmaktan… Çalıştığım şirketlerdeki yabancı arkadaşlar bile bu karardan haberdar iken ve “niye ülkenizi doğru adıyla yazmıyorsunuz” diye cesaret verirken beni en çok engelleyen yine Türk arkadaşlar oldular. Hatta yanlış yazıyorum diye alay edenler oldu.

Son olarak aynı sorunu şirketimin web sitesini yaparken yaşadım. Ben Türkiye yazmak istiyorum arkadaşlarım karşı çıkıyor; ‘aman şimdi başka bir ülke sanırlar, işin zarara uğrar. Bosver sen mi kurtaracaksın vatanı. Sen işine bak. Yabancılar alıştıkları ismi arar. Bırak o işi devlet yapsın”. Sanki devlet yabancı bir varlık, bizim oluşturduğumuz bir bütün değil!!

Hayır yediremiyorum!! Sen korkarsan, ben korkarsam, bu işi kim yapacak? Maaşallah Turizm Bakanlığımız bile “Turkey” diye yapıştırmış logoyu her yere, turist yanlış
ülkeye gitmesin diye herhalde. Bırakın başka ülke sansınlar. Belki önyargılardan kurtulmuş olarak daha fazla turist gelir!

Vatandaş desen “aman bana zarar gelmesin de bu işi kim yaparsa yapsın” kafasında. Bizim bu “bireysel zarar görme” korkumuzun toplum olarak başımıza ne zararlar açtığını acaba oturup hesaplayan var mı?

Bir avuç nüfusu olan milletler avazı billah bağırınırken biz kenara sinip dikkat çekmemeye ve başkasının ayak izinden yürümeye çalışıyoruz ve her sıkıştığımız yerde “ama biz öyle değiliz!” diye feryat fıgan ediyoruz.

Seylan ve Sri Lanka’yı bir süre iki ayrı ülke sandık ama şimdi Seylan çay paketleri üzerinde kaldı. “Ya çaylar satılmazsa” diye korkmadı çay ülkesi.

Yılların ünlü Bombay’ı Mumbai oldu; “Bolywood etkilenir” diye kimse korkmadı.

Adını bile bilmediğim bir ülkeyi de bir arkadaşımız söyledi; Abesinian olmuş Eutopya.

Küçücük devletler bile isimleri konusunda böyle kararlı ve cesur iken bize ne oluyor!?

Haydi biz de yapalım!!

Bir yoklama yaptım ve gördüm ki herkes çok hevesli bu isim meselsinde. Adımızı “TÜRKİYE” olarak yazdırmaya kararlıyız. Sadece sayımızın artması ve istikrar lazım.

Haydi, ülkemizin adını doğru olarak benimsetmek için top yekün çalışalım. “Turkey” diyen ve yazanları uyaralım. Bu konuda birlik olalım ve görelim birleşen bireyler olarak neler başarabiliyoruz! Belki bu başarımız bize başka ufuklar da açar. Öyle demeyin küçük görünen bir adım o kadar da küçük olmayabilir. Hele bir atalım da büyüklüğü o zaman belli olur. İnsana ayağa kalkmadan yürümek zor gelir de ayağa kalktı mı oturmak bilmez.

Haydi “TÜRKİYE”ye için adım atmaya var mısınız?

Umran Altunkaya
Mayis 2006
Londra

İLHAM DEDİKLERİ...

Peygamberimiz Hz. Muhammed “kim bir kardeşini, bir günah sebebi ile ayıplarsa, o günahı işlemedikçe o kimse ölmez”, demiş. Atalarımız da bu sözü yumuşatıp “gülme komşuna gelir başına” demişler. Yıllar evvel ve hatta yıllar boyunca ne zaman bir sanatçı, yazar veya şair “ilham”ın gelip gitmesinden bahsetse tuhaf gelirdi bana. Hatta Sezen Aksu söylemişti bir programda; diline bir beste geldiğinde hemen yolda bir telefon kulübesi bulur ( o zaman cep telefonu yok) hemen Onno Tunc’a okurmuş besteyi ki notaya dökülsun. Bak sen! Tut aklında canım!! Eve gidince yazarsın. İnsan öyle bir kere diline gelen şeyi unutur muydu? Neydi canım bu ilham!? Nasıl bir şeydi acep?! Bir gelip bir gider miydi hiç öyle!!?? Saçmalıktı!! Bir şey ya vardır ya yoktur! Ne kafa yormuştum “acaba ilham nasıl bir şeydir?” üzerine. Sağ beyin ağırlıklı biri olan benim için tamamı ile sol beyin fonksiyonu olan bu sanatsal yaklaşımı anlamak öok zordu ama Allah’ın parmağı yok işte!

İlhamlar beni bir bastılar bir kaç yıl önce!! Sen misin “ilham da gelir miymiş, gider miymiş!?” diyen!! Şiirler yazıyorum, yazılar yazıyorum!! Coştum!!! Millet aşık oldum sanıyor ama alakası yok!! Ben de gibi herkes şaşkınım!! İlhamım intikam alıyor!! Oradan oraya savuruyor beni. Yatağımın yanına bir defter kalem koydum ha bire yazıyorum. Uyku filan gitti. İşin yoksa gece kalk not al!!

Şöyle yükseklere çıkardı ilham beni ve taa tepeden ansızın bırakıverdi!! Başım zemine çarptığında anladım gitmesinin ne demek olduğunu. Bir gerçek dünya vardı bir de perdenin ardındaki gizli dünya. İlham geldiğinde perdelerinizi açıyor, seyircilerinizi davet ediyorsunuz. Kullanmadığınız kelimeler duygularınıza düşüncelerinize tercüman oluyor, kanatlanıp uçuyor, dünyaya yukarıdan bakabiliyorsunuz. Kendi yazdıklarınıza bir yabancı gibi bakıyorsunuz. Bir başkası yazmış gibi merakla okuyorsunuz, çünkü onu yazdığınız sırada siz her zamanki siz değilsinizdir.

İlham gittiğinde ise “mecburi tatil”! Hani adli tatil filan olur ya.... Aynen geldiği gibi apansız ve sessiz gidiveriyor. Sonra isterseniz oturun arpacı kumrusu gibi düşünün, kafanızı duvarlara vurun! Kaleminizden çıkan, gönlünüzden akan sadece kuru sözlerdir.
Anladım ki yoğun duyguları sever ilham ve nerede açık bir kapı bulsa oradan dalar ve duygu bulutunun ,üzerinde, bir rüzgar gelip de savurana kadar keyifle oturur. İster kızgın, ister üzgün, ister mutlu olsun yüreğiniz... Fırtına dinene kadar ne kulağınıza ne beyninize bir sır ulaşır. Gizemli dünyanın bütün kapıları kapanır. Kör olur kaleminiz!

Gerçekten de güldüğünü yaşamadan ölmek yok!! Keşke bütün günahlarin cezasi böyle olsa. İlham bana ceza vermeye geldiği için mutluyum. İyi ki geldi de beni sizlerle buluşturdu!!

30 Mart 06

TİTİZLİĞİN DAYANILMAZ PİSLİĞİ

Bu teorimi Fas’da Atlas dağlarındaki bir tuvaleti temizleyen genç bir kızı izlerken geliştirmiştim. Türkiye’de neden tuvaletlerin temiz kalamadığını hep merak ettiğimden dikkat etmiştim kıza. Nasıl oluyor da bizden geri ve pis olduğunu düşündüğümüz bir ülkeninin tuvaletleri bu kadar temiz oluyordu!!?? Kız ellerine eldiven giymeden temizliğe canla başla girişmişti ve iğrenmeden temizliyordu. İşte o zaman bizim ülkemizde neden tuvaletlerin hep pis olduğunu iyi anladım. Çünkü biz dokunmaya iğrendiğimiz için kendi çöpümüzü bile ortalığa bırakıyor ve halihazırda pislenmiş bir yeri rahatlıkla temizleyebilecekken o pisliğin üzerine daha fazlasını ekliyoruz.

Yine bizden çok geride bir ülke olan Nepal dağlarındaki kamp yerimize ulaştığımızda da bizi aynı sınav bekliyordu. ‘TEMİZ’ Türkler olarak ilk isimiz tuvaleti teftiş etmek oldu. Eski tarz ama cok temiz bir tuvaleti 30 dakikada korkunç duruma sokmayı başarmıştık. Kimse bulduğu gibi bırakmamış ve kimse de ‘bari ben temizleyeyim’ dememişti. Üstelik bir avuç kişiydik yani kimsenin suçlayabileceği bir yabancı yoktu. İşin acı tarafı ise temizliğin yılmaz bekçileri olarak görünün hemcinslerimin pisliğe en fazla katkısı olan taraf olmasıydı!
Nepal dağlarındaki 3 günlük yürüyüşümüz sırasında bir tane pis tuvalet görmedim. Lavabo olmaması dışında bütün tuvaletlerin bir kusuru yoktu. Temizlik malzemesi yoktu, çalı süpürgesi kullanılıyordu, bir kaç eve bir çesme düşüyordu. Bütün bunlara rağmen sabahın erken saatinde evinin önünü süpüren, dere kenarlarında dişlerini fırçalayan kadın ve erkeleri görünce çok şaşırıyordum. Bu fakirlik içinde diş fırçalamayı atlamıyorlardı ve onları küçümseyen Türklerden kimbilir kaçının bu alışkanlığı yoktu.

Hindistan’da ise girdiği her yeri temizlemeye çalışan bizden başka deli yoktu. Titizlikten çıldırmak üzere olan yol arkadaşım ağır sırt çantasını pislenmesin diye gezi boyunca kucağında taşırken temizlik için kulladığı kağıtları ve ıslak medilleri yere atmakta bir sakınca görmemişti. Bizim geçtiğimiz yerleri arkamızda bıraktığımız temizlik malzemesi yığınından anlamak mümkündü. O zaman iyice emin oldum ki iğrenme nidaları atan insanlar pisleneceğim korkusu ile temizlik yapmadıklarından etrafı daha fazla pisletiyorlardı.

Diyeceksiniz ki ‘bu nasıl iş? Titizlikle pislik nasıl bir arada olabilir?’. Olabiliyor işte!! “Tencere dibin kara, seninki benden kara” misaliyiz biz Türkler. Hele, mutfağında yanlışlıkla kibrit düşürseniz evini 10 dakikada yakacak kadar yağ birikmiş vatandaşlarımın İngilizler’i ‘pis’likle suçlaması traji-komik gelmiştir bana. Yanlış anlaşılmasın, ben de çok titiz olarak tanımlanan biriyim ama artık biliyorum ki titizliğin iki farklı boyutu var; pisliği temizleyen titizler ve pislikten korkan titizler!!

Sadece tuvaletler değil tabii konu; arabasının küllüğünü asfalta boşaltan, yediğinin çöpünü arabadan yola fırlatan, evinin süprüntüsünü sokağa döken, yıkadığı halının kirli suyunu sokağa akıtan hatta halısını sokakta yıkayan bir anlayışın başkalarının temiz bir ortam kullanma hakkına saygı göstermesini beklemem biraz ütopik görünebilir ama değişmeyecek hiç bir alışkanlık yoktur. Herkes evinin önünü temizlese bütün şehir hatta ülke tertemiz olur!!

Özetle pislik temizlemekten korkmayan temizdir!! Etrafınıza bakın bakalım bu teorimin dogru olduğunu görmeyecek misiniz
23 Temmuz 06

GENÇLİK İKSİRİ = SU

Hepimiz bebek gibi bir cilde sahip olmayı dileriz genç görünmek deyince. Bebek gibi! Çünkü bebekler bedenlerinde en fazla su barındıran yani henüz susuzluğu tatmamış insancıklardır. Öyleyse “su = gençlik” dememiz çok doğru olur.

Genç olmak sadece genç görünen bir cilt değil aynı zamanda sorunsuz çalışan organlar demektir. Yani sağlam kemikler, ağrısız eklemler, düz bir sırt, iyi çalışan bir kalp, sorunsuz bir sindirim sistemi. O nedenle yaşlanmayı durdurma çabamızı cildimize bakmakla sınırlamamak gerekir. Zaten diğer organlar sağlam olmadığında bu cildimize de yansır.
Geçen hafta bedenin susuz kalmasının bir çok hastalığın nedeni olduğunu yazmıştım. Aynı şekilde bedeni zorlayan ve yaşlanmasına neden olan faktörlerdir bunlar. Aşırı bedensel faaliyet, stres, bedende enerji üretimi, uzun süre et, kızartma, asitli içecek ve şekerli gıdalardan oluşan bir beslenme diyeti bedende asit ve tuz yüklenmesine neden olur. Beden bu fazla asit ve tuzu bir yerde depolamaya başlar ve yıllar geçtikçe biriken bu toksinler atılamadığı zaman hücrelerin etrafında birikerek hücrenin beslenmesini engeller ve hücre ya bozulur ya da ölür. Ölü hücrelerin etrafındaki hücreler de bozularak anormal hücre haline gelir ve beyin komutlarına cevap vermezler. Kendi başlarına hareket etmeye başlarlar ki bu da kanserin başlangıcıdır. O nedenle bedenin pH dengesini korumak çok önemlidir. Kan sistemimiz bizi Ph 7.35 ile 7.45 gibi dar bir alanda tutmaya çalışır. Kan asidi pH 6.9 seviyesine çıktığı anda komaya girme veya ölüm tehlikesi vardır.

Bu gün en çok tavsiye edilen koruyucu tedavi şekli günde 6-8 büyük bardak su içmektir ancak bu çözüm umduğumuz gibi işlemeyebilir. Eğer şehir suyu içersek bedenimiz bakteri, kimyasallar, kanserojen maddeler, parazitler ve ağır metallerin çöplüğü haline gelebilir. Canada Montreal’de yapılan bir araştırmaya göre tüm sindirim sistemi rahatsızlıklarının 1/3’ü şehir suyu içmekten kaynaklanmaktadır.

Artık kuyu suları bile güveli değil çünkü tarım ilaçlarından toprağa sızan kimyasallar suyu zehirlemekteler. Şehir suyuna katılan ve dişleri koruduğu öne sürülen Florur’ün bile aslında kemikleri zayıflattığı araştırmalarla kanıtlanmış durumda.

Bütün bu gerçekler ciddi bir su piyasası oluşturmuş durumdadır. Ortalık kaynak suyu satan markalarla kaynıyor. Peki bunlar ne kadar sağlıklıdır? Tartışılır! Piyasadaki suyu temizleyen ve yeniden canlandıran bir kaç sistemden biri Pi Water’dır. Pi Water (Hayat Suyu), 1964 yılında Japon bilim adamı Dr. Akihiro Yamashita tarafından keşfedilmiş. Şehir suyuna çok az miktarda ferric ve ferrius demir katarak sudaki klorü çözüp, serbest radikalleri azaltıp, büyük molekülleri parçalamayı başarmış. Böylece Pi Suyu insan bedeninin doğal tedavi gücünü desteklemek için gerekli bio-enerjiyi sağlar hale gelmiş. Pi Water’ın gelişmiş hali de PiMag Water yani manyetiklendirilmiş sudur.

Anlayacağınız gibi konu çok detaylı ve bana göre de çok zevkli. PiMag Water ile ilgili geniş bilgiyi internetten veya benden alabilirsiniz. Yaklaşık bir yıldır PiMag suyu içiyorum. Artık sular arasındaki farkı iyi anlıyor ve çok su içebiliyorum.

Umran Altunkaya
Londra, Ağustos 2006

TEK İLAÇ SU OLABİLİR Mİ?

Bazı bilim insanları önümüzdeki yüzyılda, hayatın dinamiklerini belirlemede suyun rolünün en az DNA kadar önemli olacağına inanıyorlar. Hayatın simyasının suyun kimyasında bulunduğu söylenebilir bu açıdan.

Dğnyanın % 70’ini kaplayan su aynı zamanda bitkiler de dahil olmak üzere yer yüzündeki tüm canlıların hücreleri %60 ila % 90 oranında su içeriyor. Bir insanın canlı bir hücresindeki her bir protein molekülü binlerce su molekülü tarafından çevrelenmiş durumdadır. Bu hücreler her canlının ana yapı taşlarıdır. O proteinlerin yeterli su ile çevrili olmadıklarını bir hayal edelim. Acaba neler olabilir? Tabii bunu daha iyi anlayabilmek için hücre yapısını ve bu yapının nasıl işlediğini iyi bilmek gerekiyor.

Yaşlandıkça vücudumuz daha fazla su kaybeder yani kronik olarak susuz bir beden oluruz ve hücrelerimizdeki su mitarı önemli ölçüde azalır. Sonuç olarak da bedenimizde suya ihtiyaç duyan her system zayıflar. Düşünün ki beynimizin %80’ı, kanımızın %90’ı su. Sindirim problemleri, eklem sorunları, sırt problemleri ve zihinsel dağınıklık başgösterir. Asidik atıklar birikmeye başlar ve bedenimiz başıbozukluğun ve hastalığın cirit attığı bir yer haline gelir. İşte bu noktada bir çok kişi çareyi ilaçlarda ararlar. Oysa buradaki tek care susuzluğu su ile gidermektir. Dokunun canlı kalabilmesi için en basit ve temel ihtiyacı sudur.

İşte burada yine nasıl bir su içtiğimiz önem taşıyor çünkü her suyun aynı ölçüde iyileştirme etkisi yok maalesef. Bazı işlem görmüş sular biyolojik olarak hemen hemen ölüdür, içinde hiç bir şey yaşamaz hatta bazı suların zararlı bile olabildiğini bazı çalışmalar gösteriyorlar. Canlı su hücreleri sulandırır, enerji verir.

Dr. F. Bathmanghelidj “Your Body’s Many Cries for Water” (Bedenizin Su İçin Haykırışları) adlı kitabında suyun vücüdumuzda hayatı devam ettirmede önemli rolü olduğunu belirtiyor. Örneğin beyinde üretilen komutlar sinir uçlarına su yolları kanalı ile aktarılıyorlar. Yeterli su olmadığında yani kronik susuzluk olduğunda astım, allerji, yüksek tansiyon, artrit, anjin, MS, depresyon ve daha fazla sayıda hastalık ortaya çıkmaya başlıyor.

Hiç kendimizi aldatmayalım! İçtiğimiz diğer sıvılar su yerine geçmiyor. Çay, kahve ve alkol gibi sıvılar vücuttan daha fazla su atılmasına sebep olurlar. Asitli içeceklerse sağlıksız asit üretirler. İnsan hayatının devam etmesi için bedenin 7.35 ile 7.45 gibi çok dar aralıkta bir pH seviyesini koruması gerekir. Asitli bir içecek mesela bir bardak kola (pH2.5) içtiğimizde bedenimiz derhal emniyetli seviyeye ulaşmak için uğraşır. 1 bardak kolanın normal asid seviyesine indirilmesi için 36 bardak su içmek gerekiyor. Ayrıca asitli içecekler yüksek oranda fosfat içerdiğinden beden dengeyi sağlamak için kemiklerden kalsiyum alıyor ve kemiklerimiz zayıflıyor. Artık hesap edin gerisini!

Sonuç olarak susuzluğumuzu giderecek tek madde sudur. Suyunuzu iyi seçin ve bol için! Hayatınız ona bağlı olabilir!


Umran Altunkaya
Londra, 09 Ağustos 2006

SU’DAN BIZE MESAJ VAR - 2

Geçen hafta suyun düşünce ve duygularımızdan etkilendiğini ve dolayısı ile ona güzel duygular yükleyerek suyu barış elçisi gibi kullanabileceğimizi yazmıştım. Son satırda belirttiğim gibi her su ne yazık ki bu özelliğe sahip değil. Yani eğer bir hocaya gidip suya dua okutacaksaniz veya kendiniz okuyacaksanız şunu bilin ki okunacak suyun canli olmasi lazim.

Peki canlı su nasıl oluyor!? Dr. Emoto deneylerinde görmüş ki şehir suyu ve şişelerde aylarca beklemiş sular aynı tepkiyi göstermiyorlar. Yani bunlar bir tür ölü sular. Doğal kaynaklardan alınan ve hala canlı olan su etrafındakilerden etkileniyor. Aynı şekilde vücudumuzun da ihtiyacı olan canlı ve kaliteli su çünkü bedenimiz buna göre yaratılmış.

Doğadaki suyu incelediğimizde suyun yerin altına inip yerin üstüne çıktığını ve sürekli hareket halinde olduğunu görürüz. Su buharlaşıp gökyüzüne çıkıp, kar ve yağmur olarak yeryüzüne inerken ciddi bir temizlenme işleminden geçer. Toprağın altına inerken faydalı mineralleri emer, zenginleşir. Yeryüzünde dere, nehir ve şelale olarak akarken güneşin faydalı ışınları ile kutsanır ve nihayet bunların hepsini bize taşır-dı!! “Taşırdı” diyorum çünkü artık kaynağından su içme lüksümüz kalmadı.
Eskiden insanlar suyun olduğu yere yerleşirlerdi. Şimdi ise suyu yerleştikleri yere getiriyorlar. Yani su kendi öz kaynağından koparılıp bir havzada yaşamaya mahkum ediliyor. Vahşi bir hayvanın küçük bir kafese katılması gibi, hareketi kısıtlanan, besini kesilen su uykuya dalıyor ve bazen o uykudan uyanmıyor.

Özelikle şehir suyunu ele alırsak bu su kimyasallarla sürekli temizlenerek bize geri veriliyor. Aynı suyu tekrar tekrar kullanıyoruz. İçindeki hormonu temizlemekse neredeyse imkansız. Bir ara Thames nehrine akan kanalizasyondan suya karışan doğum kontrol haplarındaki östrojen hormonu nedeni ile erkek balıkların cinsiyet değiştirmeye başladığı açıklanmıştı. İçtiğimiz su da aynı su. Evimizde kullandığımız tüm su dezenfekte edilerek bize geri veriliyor. Çoğunlukla toprağı ve güneşi görmeden.

Uzun süre borularda ve havzalarda bekleyen bu su canlılığını yitiriyor. Aynı şekilde uzun süre şişelerde, üstelik de günele maruz kalarak bekleyen su canlılığını yitiriyor. Evet güneş su için iyi ama hareket eden, akan su için, duran su için değil.

İnsan bedeninin en önemli besin ihtiyacı olarak yaratılmış suyun yaratılış formülü böylece bozuluyor ve bedenimize giren bu su bedenimizi şaşırtıyor ve hücreler tarafından tam emilemeden çıkıp gidiyor.
Şimdi yine okunmuş suya bakalım. İyi dilekler yüklenen suyun bedenimizde güzellikler yaratmasını umarken bedenimizde calılığını yitirmiş, karakterini kaybetmiş bir sıvı dolaştırıyoruz. Su bile kendini biliyor. Neyden nasıl etkileneceğini biliyor. Su küçümsenemeyecek bir karaktere sahip olduğunu gösterdi. Artık biliyoruz ki bildiğimizden daha fazla sır içeriyor ve bir çok derdimizin çaresi sadece suda olabilir. Önümüzdeki hafta da buna bakalım.
Umran Altunkaya
Londra, Temmuz 2006

SU’DAN BİZE MESAJ VAR - 1

Hepimiz okunmuş suyu duymuşuzdur eğer içmediysek bile... Mevlütlerde birileri hemen ortaya bir sürahi su yetiştirir ve okuma bitince de herkese ikram ederler, “okunmuş su” iyidir diye.

Hocanın biri bir gün çok hasta iken bir adam gelmiş ve ondan evden kaçan karısının geri gelmesi için yardım etmesini istemiş. Hoca hasta. Bir şey yapması mümkün değil. Karısına musluktan bir şişeye su doldurup adama vermesini istemiş. Kadın şaşırmış ve karşı çıkmış hocaya “ama okumadın ki! Günah değil mi adamı kandırıyorsun?”. Hoca cevap vermiş “marifet okumakta değil hanım her şey inanmaktadır”. Nitekim okunmuş su aldığına inan adam bir kaç gün sonra hocaya hediyelerle gelmiş “karımı geri getirdin” diye. Oysa karısını geri getiren onun, karısının okunmuş su sayesinde geri geleceğine olan inanma gücüdür.

Düşüncelerimiz etrafımızdaki her şeyi etkiliyor. Biz etrafımızdaki her şeyle ilişki halindeyiz ve ruh durumumuz, düşüncelerimiz, hatta etrafımızdaki her şey, renkler, resimler, müzik, sandığımızdan daha fazla etkili yaşamımızda.

Kısa bir süre önce Japon bilim adamı Dr. Masaru Emoto bilim çevresinde hayret uyandıran bir araştırmasının sonucunu açıkladı. Bedenimizin ve aynı şekilde dünyamızın %70’ni oluşturan suyun içindeki kristaller duygularımızdan, düşüncelerimizden, etrafındaki seslerden ve şekillerden etkilenerek yapı değiştiriyordu. Mutluysak mutlu oluyor, üzgünsek üzülüyor ve kızgınsak kızgın oluyordu.

Hangi dilde olursa olsun güzel kelimeler karşısında su büyüleyici güzellikte kristaller oluştururken, küfürlü ve kötü kelimeler karşısında çok çirkin bir görüntü alıyor. Ilginçtir ki “heavy metal” müzik de suyu olumsuz etkiliyor.

Aynı şekilde eğer su şişesinin üzerine bu kelimeler yazılarak konulursa da aynı etki görülüyor. Burada hemen yine bizim hocalarımızın bir kağıt parçasına yazdıkları duaları suya atarak o suyu içirmelerini hatırladım. Demek ki atalarımız yüz yıllar önce bizim bu gün öğrendiğimizi biliyorlarmış. Aslında iyileştirme gücü olan su! Kelimelerle içine iyileştirme özelliği konan su, çünkü suyu içiyoruz ve içtiğimiz o güzel duygularla yüklü su bedenimizdeki milyonlarca hücreye bu güzel duyguları taşıyor.

Aynı şekilde kötü duygular yüklenmiş su da bedenimize o kötü duyguları taşıyor.
Şimdi bir evin içerisindeki atmosferi ele alalım. Kişilerin sürekli tartıştığı ve kötü sözlerin söylendiği bir evdeki su bu sözlerle yüklenecek ve ev halkı bu suyu içtiğinde yine aynı kötü duygularla yüklenecek ve bu kısır döngü böyle devam edecek. Oysa sevgi ve şükürün olduğu bir evde de tam tersi bir durum olacaktır.

Size negative duygularla su getiren birini düşünsenize. Onun suya geçirmiş olduğu o duyguları suyu içtiğinizde siz de yükleniyorsunuz.

Kısacası içtiğimiz su bize gelene kadar geçirdiği aşamalardaki duygu ve düşüncelerden etkileniyor. Bizden etkileniyor ve bizi de etkiliyor.

Buradan hareketle %70’i su olan dünyamızdaki negatifliği, güzel düşüncelerimizi suya aktararak giderme imkanımız var diyebiliriz. Belki de barışın kaynağı sudur. Tabii burada önemli bir soru öne çıkıyor; her su etkilenme kapasitesine sahip mi? Bunu haftaya yazacağım.

Umran Altunkaya
Londra, Temmuz 2006