Wednesday, December 20, 2006

NASIL KÖTÜ YÖNETİCİ OLUNUR?

İşte size bir “ters” reçete! Şimdi sakın “kötü yönetici olmak da zor iş mi yani” demeyin. Okuyunca göreceksiniz ki o kadar da kolay iş değil. O da özel beceri ve azim gerektiriyor.
“İyi Yönetici” olmak isteyenler bu reçetenin tersini uygulayabilirler.

1. İyi yönetici olmasını istediği davranışları ve kuralları önce kendi uygular ve saygı duyar. Siz tersini yapın. Örneğin sabah 11:00 civarında işe gelmeyi ve “toplantım var” diye erkenden ayrılmayı alışkanlık haline getirin. Hatta bir de dışardayken personeli telefonla arayıp taciz edin “kim geç gelmiş, kim erken gitmiş” diye.

2. Daha da iyisi tam çıkmalarına yakın ertesi sabaha yetişmesi gereken acil bir iş verin ve ertesi gün o işi sormayın bile. Nefreti garantilersiniz! Haaa, mesela işten çıkmış, evine giden personeli yoldan döndürüp bir iş yaptırmak da iyi bir yöntemdir.

3. Verdiğiniz işleri vaktinde yaparlarsa mutlaka bir hata bulun ama nasıl bir şey istediğinizi veya neyi beğenmediğinizi kesinlikle söylemeyin; “beğenmedim işte. Bu sizin işiniz. Yapın bir şeyler” deyip geçiştirin. Aylarca uğraşsınlar, sonra “performansınız düşük. Basit bir işi bile beceremediniz” diye üste çıkarsınız.

4. Her ay favori! adamınızı değiştirerek milleti salağa çevirin. Herkes “sıra ne zaman bana gelecek acaba?” diye üç buçuk atsın.

5. İş verirken iletişim kurallarını hiçe sayın ve yeterli açıklama yapmayın ki adamlarınız onca değerli saatlerini yanlış iş üzerinde harcasınlar. Harcasınlar ki boş oturmasınlar. Ne de olsa aileleri onların para kazanmasını bekliyor sadece, beraber vakit geçirmeyi değil! Ayrıca dışarıda onca işsiz güçsüz varken, onlar, bir işleri olduğu için şanslılar. Bunu her fırsatta yüzlerine vurun.

6. Otoriteyi tamamı ile kendinizde toplayın. Sizden habersiz kuş uçmasın. Maazallah, bir yerden bir şey çıkar, sizden daha akıllı kimse olmadığı için orada.
Otorite sizde olsun ki, siz şirketten uzak olduğunuzda – ki geç gelip, erken gideceğiniz için çoğunlukla uzak olacaksınız- bütün işler dursun ve patronlar siz olmadan işlerin yürümeyeceğini görsünler. Yalnız dikkat edin eğer onlar akıllı ve iyi yönetici iseler size ‘neden doğru kişileri işe almıyor veya niye adamlarını doğru yönlendirmiyorsun?” diye sorabilirler. Buna hazırlıklı olun. Siz en iyisi baştan akıllı adamların başında olmadığı bir şirket seçin. En kötü ihtimalle kartlarınızı iyi oynarsanız, suçu adamlarınıza atarak bir kaç yıl idare edersiniz. Sonra başka bir yere... Orada foyanız ortaya çıkınca başka bir yere, derken fıstık gibi bir maaşla emekli olursunuz.

7. Ekibinize sizden daha akıllı ve bilgili biri gelecek olursa derhal etkisiz hale getirin. Yaptıklarını sürekli eleştirip, herkesin içinde azarlayarak ve asıl nitelikli olduğu alanlardan uzak tutarak özgüvenini yerle bir edin. Hatta en iyisi işten çıkmasını sağlayın ki koltuğunuza halel gelmesin.

8. İnsan Kaynaklarına performans yönetimi sistemleri kurdurun ama primi kafanıza göre dağıtın. Ne de olsa güç sizde.

9. Personelinizi eğitime sakın göndermeyin. Şirketin eğitime harcayacak parası yok. Hem kim eğitimden fayda görmüş? Şimdi gider iki kelime öğrenir başınıza bela kesilirler. Eğer eğitime herkesi gönderirseniz de siz sakın gitmeyin. Sizin eğitime ihtiyacınız yoktur. Siz mükemmel olmasanız yönetici olamazdınız zaten. En iyi okullardan mezun olmuş, bulunmaz Hint kumaşısınız siz.

10. Yardımcılarınızı asla özel odalarında değil, mutlaka bütün ofisin duyacağı şekilde, ortalık yerde azarlayın ki personel gücün kimde olduğunu unutmasın.

11. Kapalı kapı bırakmayın. Hangi ofisin kapısını kapalı görürseniz, içeride kim ve ne olduğuna aldırmadan dalın. Ne malum sizin hakkınızda konuşmadıkları veya işi kaynatmadıkları? Siz en iyisi açık ofis sistemi yapın da kimsenin kimseden gizlisi kalmasın.

12. Kendi inançlarınızı zorla empoze edin. Mesela, oruç mu tutuyorsanız, tutmayanları aşşağılayın, tutmuyorsanız da tutanları aşşağılayın. Personel liderini örnek almalıdır, değil mi?

13. Bütün hafta işe doğru dürüst gelmediğiniz için yapılamamış işleri tamamlamak için ekibinizi Pazar sabahı ofise dikin. Bakalım işlerine ne kadar bağlılar. Siz sakın vaktinde gitmeyin. Bir kaç saat bekletin ve bu defa size olan bağlılıklarını test edin.

14. Yurt dışına seyehate mi gidiyorsunuz, kimseye haber vermeyin. Sekreterinize söyleyin siz yola çıktığınızda haber versin ki kimse önceden yokluğunuzda işten kaytarma planı yapmasın. Gideceğinizden haberi olmayan yardımcılarınız ellerinde imzalamanız gereken belgeler veya ödemelerle öylece kalakalsınlar. Eh apansız gittiğiniz için işler aksayacak ama, o kadar olsun artık. İhtiyaç duyulmak güzel bir şey değil mi?

15. Ekibinizden birisi insiyatif alıp işleri hızlandırmaya mı kalktı?! Sümme haşa!! Boynunu vurmak gerek ama idam cezası yasak. Siz en iyisi onu herkesin içinde rezil edin de kendi başına iş yapmak neymiş görsün.

16. Sürekli yeni fikirlerle gelip, sistem kurmaya çalışanları, toplantı taleplerine cevap vermeyip ya da projelerinde kusurlar bularak oyalayın. Bir gün nasılsa vazgeçeler. Böylece siz de tehlikeden kurtulursunuz.

17. “Böl ve yönet” tarzını kendinize ilke edinin. Ekibinizin içine nifak tohumları saçın. Herkesi birbiri hakkında konuşturup, birbirine düşürün ki birlik olup da başınıza çorap örmesinler.

18. Toplantılarda size karşı gelmeye çalışanı hemen kulağından tavana asın. Her fırsatta araya, dışarıda onların işini almayı bekleyen kaç kişi olduğunu sıkıştırın ki, bir daha ağızlarını açmaya cesaret edemesinler.

19. Ana şirket/patron/üst yönetimle iletişimi tamamen kendi üzerinizden geçirin ki bütün bilgiye hakim olasınız. Sizin hakkınızda bir laf gitmesin yukarı.

20. Şirkette huzur bırakmayın. Huzurlu olup da daha verimli olma ihtimalleri olduğu gibi, huzurlu olup aralarında sosyalleşme ihtimalleri de olur. Bu da aralarında konuşup sizin zayıflıklarınızı ortaya çıkarma ihtimali demektir. Sizin şahsi menfaatiniz şirketinkinden önce geldiğine göre huzur da yok, dedikodu da!

21. Huzursuz etmenin en etkin yolu telefondur. Geri bildirim vermek veya eleştirmek gibi tartışma açmaya müsait konularda hep telefonu tercih edin. Siz ağzınıza geleni söyleyin ve telefonu kapatın. Bırakın karşı taraf size veremediği cevaplarla boğuşup dursun. Siz içinizi döktünüz ya, yeter!
Olur da karşı taraf sizi geri arama cesareti gösterirse sakın telefona cevap vermeyin.Amir sizsiniz. Siz ne derseniz o olur. O kadar!

22. Kontrolü asla elden bırakmayın. Finlandya’ya mı gittiniz; saat farkına bakmadan sabahın köründe adamlarınızı arayıp rahatsız edin. Sizin yokluğunuzdan faydalanıp işi sermesinler. Kendinizden dolayı iyi bilirsiniz bu işin nasıl yapıldığını. Sizden kaçmaz!

23. Eğer ekibnizden biri bir işi başarmışsa bütün krediyi kendinize alın. Sonra “iş yaptık” diye şımarmasınlar. Onları yönlendiren sizdiniz, dolayısı ile bu sizin başarınızdır. Tabii bunun için önceden tedbir alıp o yetenekli kişilerin üst yönetimle irtibatlarını kesmiş olmanız gerekiyor ki onlar da asıl yeteneğin kim olduğunu çakmasınlar.

24. Bir hata yaptığınızda da suçu hemen adamlarınızın üzerine atın. Onların haberleri olmayacağı için kendilerini de savunamazlar. Çok gerekirse işten atarsınız, hiç konuşamaz.

25. Sürekli laf değiştirin. Canınız sıkıldıkça veya verdiğiniz sözden pişman oldukça “ben öyle söylemedim” deyip sıyrılın işin içinden. Yönetici siz olduğun uza göre akıllı olan da sizsiniz, yani doğruyu en iyi siz bilirsiniz. Öyle diyorsanız öyledir. Her fırsatta başkalarını “yalancı” olarak itham etmekten de geri kalmayın.

26. İş kanununu, personel haklarını hiçe sayın. Onları yazanlar iş şartlarını bilmeden atmışlar. Hem öyle orada yazdığı anlama gelmez o kanunlar. Insan Kaynakları ve bazı avukatlar yanlış yorumluyorlar onları. Abartıyorlar! Eğer bir gün bir personel mahkemeye verir ve kaybederseniz bu da avukatınızın beceriksizliği olur; kanunun doğru olduğunu göstermez.

27. Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar. Papaz da her zaman pilav yemez. Bir gün üstünüzdekiler her şeyi fark edip de defterinizi dürdüklerinde “ben zaten bu yıl kendi işimi kurup, falanca ünlü üniversitedeki masterim sırasında öğrendiklerimi uygulamaya koymayı planlamıştım. O nedenle kendim ayrıldım” diye de sıkarsınız. Artık kim yerse!

İstatistiklere göre bir hizmetten memnun kalmayan birisi bunu 12 kişiye anlatırmış. Memnun kalan ise en fazla 8 kişiye... Eh siz daha fazla kişiye anlatılacasınız. Fena mı?!

Negatif düşünceler akıllarda daha uzun süre kalır. Böylece uzun süre hatırlanmayı da garantilemiş olursunuz.

Unutmayın, reklamın kötüsü olmazmış!

Londra
18 Aralık 2006

Friday, December 15, 2006

TEMCİD PİLAVI ERMENİ SORUNU

Ermeni sorunu 100 yıldır önümüze sürüle sürüle temcid pilavına döndü. Şimdi de Avrupa Birliğine girmemize bilmem kaç kala girmememiz için tekrar alevlendiriliyor.
Türk vatandaşları olarak, sadece ülkemiz için değil insanlık tarihi için de bu aldatmaca hakkındaki gerçekleri bilmek görevimiz.

Konunun uzmanlarından Prof. Türkkaya Ataöv gecen hafta Londra’da bu konuda bir konferans verdi ve bilgi dağarcığımızı besledi. Sayın Ataöv’ün ısrarla altını çizdiği nokta bu konuda karşı tarafın önüne resmi belgeler sunulduğunda o belgelere bakılmadığı. Bu da önemli gerçeği destekleyen bir unsur, çünkü batılı ülkelerin bu sorunu körüklemesinin ardında bu sorunu çözme niyeti yatmıyor. Onlar da Ermeni iddialarının gerçek olmadığını ve bir mahkeme veya araştırma grubu kurulursa gerçeğin hemen anlaşılacağını iyi biliyorlar. Bu nedenle de Türkiye’nin bir araştırma komisyonu kurulması önerisi ısrarla red ediliyor.

Sovyet-Ermeni devlet adamı B.A. Boryan, 1928’de yayınlanan araştırma kitabında I. Dünya Savaşı'nın, esas olarak Osmanlı ülkesini paylasmak amacıyla çıktığını ve büyük devletlerin bu amaca ulaşmak için bağnaz milliyetçi Ermeni örgütlerini kışkırttıklarını belirtir. Taşnaklara ve kontrolü altındaki Ermeni kitlelerine iki misyon biçilmiştir. "Ermeniler, cephe gerisinde ayaklanma çıkararak Türk ordusunu zaafa uğratacak ve Ermeni gönüllü birlikleri aracılığıyla Türk ordusunun savunma hattını yararak Rus işgalini kolaylaştıracaklardır."

Osmanlı devletinin ölmekte olduğu söylenince onlar da yeni efendilerine yaranmak üzere onların ellerinde maşa oldular. Yüzyıllar boyunca Türk ve Kürt toplumu ile barış içinde yaşamış olan ve Osmanlı devleti tarafından Millet-i Sadıka (sadık millet) olarak adlandırılıp devlet kademesinde görev verilip, korunmuş olan Ermenilerin birden komşularına saldırmalarının başka bir sebebi yoktur.

1926 yılında yayımlanan Büyük Sovyet Ansiklopedisi; Ermeni sorununu şöyle tanımlıyor: "...Büyük devletlerin Türkiye'de merkezkaç kuvvetleri destekleyerek, Türkiye'nin zayıflatılması ve daha kolay sömürgeleştirilmesi amacına hizmet için yaratılmıştır."

Boryan, "Taşnak Ermeni çetelerinin kadınlara, çocuklara, yaşlılara karşı hareketleri, onları kullanan Rus komutanlarını bile dehşete düşürmüştür" diyor.

O dönemde payına doğu Anadolu düşmüş olan Fransa, Türklerin başarılı savaşı ve Rusya’daki ihtilal sonucunda emeline ulaşamamış ama bu yenilgiyi de hiç bir zaman unutmamıştır. Hala aynı bölgeye hakim olma emeline sahiptir ve bu ancak Türkiye’yi doğusunda zayıflatıp toprak kaybına sebep olarak olacaktır. Bu planda Ermenilere bir fayda sağlamak aslında söz konusu değildir. Asıl hedef Türkiye’yi zayıflatmaktır. O nedenledir ki uluslararası platformlarda alanındaki en saygın uzmanların bile görüşleri kulak ardı edilmektedir.

Bu gün bu sorun çözülürse yarın karşımıza başka bir sorun çıkacaktır. Buna hazırlıklı olmak gerekir. Belki de kendimizi sivil topluma iyi anlatıp, onların gözündeki Türk ve Türkiye imajını değiştirebilirsek daha başarılı oluruz.

O nedenle temelde her Türk vatandaşının doğrusunu bilmesi gereken ve bize karşı kullanılan bir kaç yanlış iddia ve cevapları, Prof. Ataöv’ün söylediği gibi şunlardır;

1. Türkler Anadolu’yu işgal ederken Ermenilerle savaşmışlardır: Hayır! Türkler Anadolu’ya girdiklerinde Bizanslılarla savaştılar ve o bölgenin idaresini ele aldılar. Ermeniler o dönemde de Bizanslıların egemenliği altında yaşıyorlardı. Sadece bağlı oldukları yönetim değişti.
2. Türkler Ermenileri Anadolu’ya dağıttılar: Yanlış! Ermenileri Anadolu’ya dağıtan Bizanslılardı. Osmanlı idaresinde de istedikleri yere gitmekte serbesttiler.
3. Türkler ve Ermeniler yüzyıllar boyunca savaşmışlardır: Hayır! 7 yüzyıl boyunca hiç bir sorun yaşamadan barış içinde yaşadılar, ta ki Rus silahları ve altını gelmeye başlayana kadar.
4. Rusya ve Fransa asla özgür bir Ermenistan istemediler. İstedikleri kolayca kontrol edebilecekleri Hristiyan bir azınlıktı.

İddialardaki ölen Ermeni sayısı gittikçe de artmaktadır. En son 1.5 milyon olduğu iddia edilmiştir. Tarihçiler o dönemde yaşayan Ermeni sayısının zaten bu kadar olmadığını bildirmekteler. Kaldı ki göçe zorlananların çoğu yerine varmıştır. Oysa savaş sırasında Omanlı egemenliği altından çıkmaya başlayan ülkelerden göçe zorlanan Türk ve Müslümanlardan 11 milyonu yollarda ölmüş, öldürülmüşlerdir. Ancak Atatürk’ün yeni Türkiye’yi kurarken geleceğe bakma hedefi nedeni ile geçmişe bir sünger çekilmiş ve bu kayıplar savaş kaybı olarak kabul edilmiştir ki doğrusu da budur.

Açık olan şu ki; amaç Ermenilerin hakkının korunması filan değildir, amaç Türkiye’nin zayıflatılması ve Türk düşmanlığının körüklenmesidir. Niyeti bilelim ve cevabımızı hazır tutalım.

Londra
26 Kasım 2006

ERKEK, KADIN VE YAŞ FARKI

Az gelişmiş kültürlerin bozuk plağıdır “erkek kadından en az 10 yaş büyük olacakmış çünkü kadın erken çökermiş”!! Affetmişsiniz siz onu!! Erkek milleti hala böyle avunadursun, kadın milleti gençliğin sırrını çözdü bile. Şöyle bir etrafına bakabilen değişikliği görür hemen.

Eskidenmiş o! Evin her yükünü, stresini alan ve evden çıkamadığı için canlı gömüldüğü mezarda erkenden çöken kadınlar...

Kadın öğreniyor, gelişiyor. Modayı takip ediyor, kendine bakıyor. Etrafa bakınca, bakımsız adamların yanında hoş kadınlar göreceksiniz ve “Bu kadın bu adamla nasıl beraber:” diyeceksiniz. Nasıl olacak? Seçme şansı olmamıştır ya da daha iyisi yoktur da ondan!

Beyler gaflet uykusundan uyanın artık! Kaplumbağa- tavşan yarışındaki tavşan sizsiniz. Kaplumbağa hatunlar, siz ağaç altında uyurken çok yol aldılar. Kadın gelişiyor, yenileniyor. Erkekler ise, zaferin sarhoşluğu ile olduğu yerde demir atmış bekliyorlar. Bakımsız dişler, sigara kokan üst baş ve nefes, sararmış parmaklar, kirli sakal, uyumsuz kılık, koca bir göbek, ter kokan koltuk altları (deodorant kadınlara mahsus çünkü)... Listenin devamı hayal gücünüze kalmış.

Kadınlar tüm bunlara bir zamanlar, bakılmaya ihtiyaçları olduğu ve erkeklerin kendilerinden çok üstün yaratıklar olduğuna inandırıldıkları için. Şimdi ikisi de geçersiz. Artık erkeğe aile olmak, dertleşmek, hayatı paylaşmak, yani ortak olarak ihtiyaçları var.

Bu arada erkeklere teşekkür borçlu kadınlar, çünkü kadınlara yeniliklere hızla uyum sağlama yeteneklerini onlar sağladılar. Tarih boyunca, evini, yurdunu terk edip eşinin ardından giden hep kadın oldu. Erkek kadını hep kendi çöplüğüne getirdi ve orada hep kendi öttü. Yüzyıllar da bunu kadının genlerine yeniliklere uyum yeteneği olarak yansıttı. Kadın yeni ortamını gözleyip, kendini ona göre ayarlama yeteneği geliştirdi ve değişti.

Artık çok doğurmuyor, elinde çamaşır/bulaşık yıkamıyor, kocasının eline bakmıyor. Bu kazanılan vakitte okuyor, izliyor, dinliyor ve uyguluyor.

Korkarım artık erkekler erken çöküyor! “Erkek adam bir şey olmaz” gevrekliği ile hareket eden erkekler erken de ölüyor. Etrafımız dul kadınla dolu.

Erkek gelişim sürecindeki en önemli değişim bence erkeklerin duygusal yaşında olmuş. 21 yaşında Istanbul’u fethedecek olgunluğa sahip erkekler o günden bu güne fiziksel olarak yaşlanırken, duygusal olgunluk yaşları gittikçe düşmüş. İşte bu tezat kadınları zor durumda bırakıyor. Hem genç, sağlıklı, çağdaş ve aynı zamanda olgun adam bulmak mucize gibi. Aslında bunda hızlı değişip erkeğin aklını karıştıran kadının da katkısı var. Binlerce yıldır bir arada olan bu çift şimdi birbirine yabancı gözlerle bakıyor.

Ya mucize aramayı sürdürecek ya da Pollyannacılık oynacağız. Erkeklerin bizimle aynı hızda gelişmesi bizim görebileceğişimiz bir zamanda gerçekleşmeyecek gibi görünüyor. Tabii erkekler, bulunmaz Hint kumaşı havasından kurtulup bir mucize yaratırlarsa o başka tabii.

Londra
12 Aralik 2006

Friday, December 08, 2006

EĞME BAŞINI EZERLER BAŞINI

Yer LSE, tarih 28 Kasım 2005, konu “Türkiye ve Politik İslam“. Tekrar tekrar duyduklarımızın yanında millet vekili Dr. Denis Macshane’nin söylediği bir cümle şaşırttı bizi.

Efendim Almanya’daki Türklerin oraya entegre olamamasının sorumlusu Türk devleti imiş. Türkiye vatadaşları Türk kalsınlar ve döviz göndersinler diye Alman vatandaşı olmalarına izin vermemiş. Bakın siz!! Yahu nerede bizde öyle sistemli hareket? Devletimiz özellikle destek oluyor vatandaş olun diye ve bunun için çifte vatandaşlığı bile kabul etmiş durumda. Engel olan Almanya. Çifte vatandaşlığı tanımıyor. Yani ya Alman ya Türk olacaksın. Bizimkiler de aynen boynuna haç taktığında sanki dinin değişecekmiş gibi pasaportlarını değiştirirlerse de hepten Alman olacaklar diye vatandaş olmuyorlar. Sanırsınız ki bir gecede dillerini, dinlerini, köklerini unutacaklar. Bu kadar kısa görüşlü olunabilir mi? Olunuyor işte. Ondan sonra bir MP kalkıp asılsız ithamlarda bulunuyor, suçu devlete atıyor. İşin kötüsü bu adamı dinleyenler de konuyu iyi bildiğini sanıp inanıyorlar.

Ama bize müstehaktır! Devletimizin, vatandaşlarına, “aman oralarda gavur olup çıkmayın, kökünüzü unutmayın” demesine gerek yoktu ki. Tersini de söylese bir şey değişmeyecekti. Vatandaşımız kendi işini bildiği gibi gördü. Yaşadığı ülkenin dilini öğrenmeyi, insanları ile kaynaşmayı red etti. Bir Türk’ün ne olduğunu onlara gösterdi; değişmesi zor olan bir insan cinsi! Haşmetli Türklerden sonra uyumsuz ve kaba Türkler! Ondan sonra Avrupa tabii ki korkar “bunlardan daha fazlası gelirse ne yaparız” diye.

Azınlıklar olarak yaşadığımız topluma uymakla yükümlüyüz. Ancak Türk deyince hepimizin aklına, engelleri ve kuralları nasıl aşacağını düşünen şark tüccarı geliyor. Her şeyin bir kopyası, bir kaçar yolu var.

Beçika’da neredeyse tüm İtalyan lokantalarının sahşiplerinin ve çalışlanlarının hatta yemeklerinin Türk olduğunu fark ettiğimde sordum “neden Italyan da Türk lokantası değil?” diye. Cevap “abla şimdi Türk lokantası olsa bunlar gelmez biliyon mu?”

Amerika’da bir süre bulunmuş eski bir personelim de orada çalışırken icat ettiği ve çok satılan bir kurabiyeden övünçle bahsederdi. Kurabiyenin adı ne dersiniz! “Rum kurabiyesi”! Niye? Çünkü Amerikalılar Rum yemeklerini seviyorlarmış, Türk derse o kadar ilgi olmazmış.

Burada da kısıra “kuskus” dediklerini görünce çıldırmıştım. “Abla bulguru kuskus diye biliyorlar burada”. Ne alakası var! Bir kere kuskus irmikten yapılır. Kuskus diyeceğine niye onlara bulguru öğretmiyorsun?

İşte biz böyle kolay yolu seçmeye meyilli, kendini ve kültürünü tanıtmak için mücadele etmektense başkalarının izini takip etmeyi tercih eden bir milletiz. Rahatımız bozulmasın diye de hiç bir şeye itiraz etmeyiz. Allah muhafaza ya biri bize takarsa... Kendi kültürünü kendisi bilmeyen ve kendini bile savunmaya korkan insanlar olarak damgalandık.

İşte en güzel örneği 3 yıldır koyun gibi uyutulan Ankara Antlaşması mağdurları. Hakkını aramaya kalkanlar, hukukun temsilcileri tarafından engellendi. “Aman kardeşim sakın kızdırma oradaki adamları vallahi takarlar sana”. İşte, topluma karışmazsan her yeri aynı sanırsın. Sanki müvekkilin görevidir Avrupa Birliği hukukuna göre bir vizenin en fazla 60 gün içinde olumlu veya olumsuz olarak cevaplanması gerektiğini bilmek. Tek korku vardır burada; mücadele etmek! Ondan sonra hakkını savunamayan bilmem kaçıncı sınıf insan vasfını alırız ve ona göre davranılırız.

Veya daha basitçesi, biz eşşek olduğumuz sürece sırtımıza semer vuran çok olur!

01 Aralik 2006
Londra