Saturday, January 23, 2010

HANİFE

28 Ağustos 1976 günü doğmuştu. Daha bir kaç günlüktü ilk gördüğümde. Samsun’dan, babaannemin yanından geri getirmişti beni babam. 10 yaşında, artık bebekleri daha iyi anlayacak bir yaşta olduğum için çok büyülenmiş ve onu hemen sahiplenmiştim. Okulun ilk günü arkadaşlarımı eve kardeşimi göstermeye getirmiştim gururla. Bebek çok nadirdi ya bizim mahallede!
Daha 7 günlükken babam Libya’ya gitti. Zorluklar yılı oldu o yıl bizim için. Babamın gönderdiği paranın bize ulaşması 3 ayı buluyordu. Ona rağmen her gün gazete almak ve orada okuduğum sağlıklı beslenme metodlarını küçük kardeşime uygulamakta ısrar ediyordum. Kızlar da peşimden ... O bizim oyuncağımız olmuştu.
Bazen hamile kadınlar gelir “ay Fatma abla şu senin kıza bakmaya geldim. Belki benim çocuğum da onun gibi güzel olur” deyip onu seyrederlerdi.
Bir gün az kalsın boğuluyor, başka bir gün az kalsın bir arabanın altında kalıyordu.
Bir yıl sonra babam Libya’dan döndüğünde onu kendine alıştırmak için çikolatalarla beslemişti. Hepimiz hala çocuktuk ama onu hiç kıskanmamıştık.
Bir sabah mutfakta onu buzdolbaına su dolu şişeler koyarken bulduğumda o 7, bense 17 yaşındaydık. “Bunlara sakın kimse dokunmasın” dedi.
“Ne yapacaksın onları?”
“Pazarda su satacağım yarın”
Bunu duyan annemin gözleri yuvalarından fırladı.
“Çingene mi olacak bu çocuk ne! Rezil edecek bizi. Yardım et Allahım!”
“Sakın bir şey söyleme anne. Bırak yapsın. Kendine güvenini kırma çocuğun” dedim. Girişimciliği ve cesaretine hayran olmuştum.
Ertesi gün semtimizin en büyük pazarıydı. Hanife şişesini ve bardağını alıp yola çıktı. Şimdi düşünüyorum da acaba bu gün kim o yaştaki çocuğunu pazara tek başına bırakır? Benim tanıdığım hiç kimse, ama o zamanlar şimdikinden çok farklıydı.
O gün boyunca Hanife bir kaç tur yaptı pazara. Küçük elleri ancak küçük şişeler taşıyabiliyordu. Akşam eve elinde küçük bir kesekağıdı ile geldi ve “anne bunu sana aldım” deyip anneme verdi. Bütün gün kazandığı ile anneme yarım kilo üzüm almıştı. Annemin en sevdiği meyveyi...
Ertesi hafta sokaktaki kendi yaşıtı bütün çocukları örgütledi ve kendi bayiileri şeklinde pazarın belli noktalarına yerleştirdi. Kendisi de parasını ödemeyen müşterilerden tahsilat yapma ve bayilerine su yetiştirme görevini aldı. Akşamları paraları toplayıp herkese payını verdi. Kendi payına düşenle her seferinde anneme bir hediye alıp geldi.
Bu su satma işi kaç hafta sürdü hatırlamıyorum. Sanırım yaz bitene kadar ama onun girişimci ruhu hiç durmadı. Lise yıllarında okulda jeton ve promosyon malzemesi satarak ve öğretmenler odasından öğretmen çağırmaya para alarak sürdürdü girişimciliğini.


Yıllarca etek giymedi (okul hariç). Saçlarını kısacık kesip oğlan çocuğu gibi dolaştı ancak genç kız olduğunda çirkin ördek yavrusu müthiş bir kuğuya dönüşmüştü. Beğenen çok ama yaklaşmaya cesaret eden azdı. Caddedeki mağazalardan birinde çalışan bir çocuk aşık olmuş ama açılmaya çekinip babasını babama göndermişti. Büyük hata! Hanife çıldırdı. Onun aklında evlenmek yoktu ve üstelik o gelenekselliği hep red etmişti. Gitti, çocuğu buldu ve yakasına yapıştı. Gerisini anlatmaya gerek yok. Çocukcağız bin kere pişman olmuştu.



 Fotoğrafçılığa çok meraklıydı ve dolayısı ile de komik kılıklara girip fotoğraf çekmeye...






Hayatının baharında, daha 25 yaşında, tam 8 yıl önce bu gün, 18 ay süren mücadelenin ardından, sabaha karşı kaybettik Hanifemi. Hasreti, acısı hiç bir zaman dinmedi. Sadece üstünü örttük.

Huzur içinde uyusun (eğer uyuyorsa).

 



Monday, January 18, 2010

HAYATIMIN BOZ-YAP’INDAN GİTTİ BİR PARÇA DAHA

Bir koca çınar daha devrildi bu sabah. Aslında o kadar da koca değildi. Daha sonbaharındaydı yaşamının. Kışına girmemişti. Çalınmıştı onun kışı çok önce, daha baharındayken ömrünün.

Katı bir laik ama bir o kadar da geleneksel, köyden çıkmasına rağmen İstanbul şivesi ile konuşan bir Cumhuriyet öğretmeniydi O. Öğretmenliğin kutsal ve saygın bir meslek olduğu bir dönemde yetişmişti. Öğretmenlik yaptığı köy ve mahallelerde saygın biriydi. Kahveye girdiğinde “hoca” diye saygıyla karşılanırdı. Sadece çocukların değil büyüklerin de hocasıydı.

Çocukluğumda bir süre bizimle beraber yaşamıştı. Daha 5 yaşımdaydım. O nedenle farklıydı yeri. O zamanlar onun kitaplarından öğrenmiştim harfleri yazmayı. Yine o zamanlar nişanlanışının heyecanı sarmıştı aileyi. Yengemi görmeye götürmüşlerdi beni. Dayım çok yakışıklıydı gözümde, yengem de çok güzel. Bir öğretmene layık bir gelindi. Damat tarafı olarak onurluyduk.

Bize çok yakın oturdular yıllarca. Ateşli tartışmalarımız oldu ama birbirimizi hep başka sevdik kızsak da. Tahammül edemediği şeyler cehalet ve hurafelerdi.

Sanat yönü gelişmişti. Saz, kemençe çalar, güzel resim yapardı. Bu yeteneği ona öğretmenlik mesleği eski onurlu yerini kaybettiğinde ve öğretmenler unutulduğunda yardımcı olmuştu. Gözümün önünde kısacık bir sürede tepetaklak olmuştu öğretmenlerin toplumdaki yeri. Saygınlığını yitirmiş, geçim kaygısında ideallerinden vazgeçmek zorunda kalmıştı öğretmenler. Kimi pazarcılık, kimi taksi şöförlüğü yamaya başladığında dayım çok zorlanmıştı. Bir tarafta geçim derdi, bir tarafta öğretmenlik onuru vardı. O da öğretmenlik onurunu en az zedeleyecek işi, tabelacılığı seçti. En azından bir sanat yapıyordu.

O arada gırtlak kanseri oldu ve sesini kaybetti. Gittikçe agresifleşti. Beyninde tümör bulundu. Kapılarında bekledik, ağlaştık. “Ben hayatim boyunca her şeyi çocuklarımın iyiliği için yaptım” demişti bana ameliyat öncesi. Öyle ya gitmek vardı da dönmek olmayabilirdi. Kurtardı ama ilaçlar onu yürüyen bir bitkiye döndürdüler. O tartışmalar bitti, dalgalar duruldu, o ateşli idealist adam gitti.

Okumak için köyünden her gün kilometrelerce öteye kar, yağmur demeden yürümüş, dereler geçmiş bir çocuk; Erzurum öğretmen okulunun yatakhanesinde kış sabahları yorganını duvara diklemiş bir genç, köy çocuklarına umut vermiş bir öğretmendi.
Evet yorganını duvara diklemişti çünkü ranzasının üstünde yatan çocuk gece altına kaçırdığında onun yorganı ıslanır ve soğuktan donmuş olurdu o kış sabahlarında. Sobalarını onlar kalkmadan önce yakacak bir anaları yoktu başlarında. Yine ıslak yorganların altına girerlerdi akşam olunca. Öyle şartlarda okumuştu o zamanın öğretmenleri. İkisi benim dayılarımdı; Mustafa ve Ali Kemal Kara. Ailenin en küçük erkek çocuklarıydılar.

Mustafa dayımı 1989 yılında kanserden kaybetmiştik. Yine Londra’daydım o zaman. Çok sevdiğim dayımın kaybı gurbette yıkmıştı beni. Ali Kemal dayımın zedelenmiş beyni geçen hafta oynadı son oyununu. Bir haftalık bir uykuya yattı ve bu sabah başka bir alemde uyandı. En genç iki erkek kardeş büyüklerinden önce göçtüler. Belki de o Erzurum kışlarında, öğretmen olmak uğruna feda etmişlerdi ömürlerinin önemli yıllarını.

“Ağlama” diyor kardeşim “biliyorduk böyle olacağını”. Ağlıyorum. Hayatımın boz-yapından eksilen bir parçaya, bir daha göremeyeceğim o sevgili yüze, onu bir kez daha görememiş olmaya, onun hakkında öğrenmemiş olduklarıma, sormadığım sorulara, alamadığım cevaplara, onunla geçirmediğim zamana ağlıyorum.

Yolun açık, melekler seninle olsun dayıcığım.

Friday, January 15, 2010

KOMŞUM AÇKEN....

Nasıl bir başlık atacağımı bilemedim bu yazıya. Öyle bir başlık olmalıydı ki dikkati çeksin. Çeksin de insanlar izlesin. Ne de olsa görüntü sözden etkili. Tekrardan zarar gelmez. Hayat kavgasında hafızamız cok kısa kalıyor.
Aşağıda bağlantısı olan film 2006 yılındaki Berlin Film Festivalinde açılan bir kısa film yarışması davetinin sonucunda ortaya çıkmış. Film konusu YİYECEK, TAT ve AÇLIK. 3600 film başvurusundan sadece 32 tanesi gösterilmek için seçilmiş. Aşağıdaki film ise en başarılı olarak aralarından sıyrılmış. Öyle saçma sapan, “art house” kasıntısı bir film değil; 6 dakikalık gerçek bir hikaye. İnsan olanı insanlığından utandıran bir gerçeklik bu.
Ben kıtlık kuşağından gelmiyorum ancak çok şanslı bir çocuk olarak o kuşaktan gelme büyüklerimle çok fazla vakit geçirmiş ve öğrettiklerini hiç unutmamışımdır. Onlar sofraya dökülen ekmek kırıntılarını bile parmaklarını ıslatıp toplar ve yerlerdi. Tabakta bir tek pirinç tanesi bırakılmazdı. Her şey ölçülü kullanılır, hic bir şey ziyan edilmezdi. Lahananın yaprakları dolma, sapları turşu olurdu. Tabağında yemek bırakan azarlanırdı. Bir de “tabağı sünnetlemek” diye bir şey vardı. Tabak son ekmek lokması ile öyle bir sıyrılırdı ki pırıl pırıl olurdu. Zaten öyle bilmem kaç çeşit yemek yapılmazdı çünkü çok yemenin sağlığa zararlı ve günah olduğuna inanılırdı. Anneanneme yeni bir giysi almak da mümkün değildi. Eskileri yamar yamar öyle giyerdi.
O zamanlar Afrika’daki açlardan kimsenin haberi yoktu, ama büyüklerimiz kendi açlıklarını iyi hatırlıyorlardı. Onlar toprak işleyen,ancak toprağın onlara cömert davranmadığı insanlardı. Onlar için her bir tane, binlerce tane demekti ve altın kadar değerliydi.
Bunlar bende o kadar etkili oldu ki hala bir şeyleri çöpe atarken elim titrer, görebildiğim sürece ışığı açmam, her şeyi atmadan önce bir süre bekletir ve “acaba bununla başka ne yapabilirim” diye düşünürüm. Eski giysilerin düğmelerini keser saklarım, kalanını toz bezi yaparım. Oldukça sinir bozucu olduğunu itiraf edeyim. Bu güne kadar yaptığım hiç bir harcamanın keyfini bu nedenle sürememişimdir. Bu nedenle İngiltere’de hayır kurumlarının işlettiği ikinci el mal satan mağazaları çok takdir ediyorum. Keşke Türkiye’de de olsa. Burada en zengin semtlerde bile var ve kimse ikinci el almaktan utanmıyor. Devlet bile destekliyor. Amaç geri dönüşüm. Peki benim halkımın kasıntısı ne?
Üniversitede Malthus’un kıtlık teorisini okuduğumuzda “tamam işte bak herkes biliyor” dedim ama baktım ki bana çok mantıklı gelen bu yaklaşımı ekonomistler çok kötümser bulmuşlar. Efendim dünyamızda hepimize yetecek kadar gıda varmış. Hadi buyrun bakalım şimdi niye ağız değiştirdiniz? “Dünyamız bu nüfusu besleyecek kapasiteye sahip değilmiş”. Malthus bunu 18. Yüzyılın ortasında gördüğünden beri ne yapıldı? Yapılan şey açık; sorumsuz savurganlık! Bu savurganlığın sonucu; aç kalan milyonlar. Biz çok yediğimiz için aç kalan milyonlar. Burada en büyük suç Amerika’lılarda, çünkü dünyanın en çok tüketen halkı hala onlar.
Biz ne yapabiliriz? Yapabilecegimiz birinci EN EN BASİT sey daha az tüketmektir. Unutmayalim ki dünyamızın üretimi sınırlı. Biz çok tükettikçe geliri düşük olanların hakkından yiyoruz ya da biz fazla tükettiğimiz icin fiyati çok yüksek oluyor onlar için. Aç insanların ülkesinin üretimi daha fazla para yapmak için bizim gibi savurganların ülkesine satılıyor. İkinci en basit şey ise daha az çocuk yapmak. Dünya nüfusunun tehlikeli boyutlara ulaştığı konusu bu günlerde çok konuşuluyor.
http://www.cultureunplugged.com/play/1081/Chicken-a-la-Carte

Thursday, January 07, 2010

YILBAŞI SONRASI LONDRA


Beyaz ve soğuk bir yeni yıla girdi İngiltere. Özellikle Londra alışık değil bu beyazlığa.
Dün bilgisayarımın başında yazarken gözüm pencereye, lapa lapa yağan kara takıldı. Bir süre izledim ve izlerken fark ettim ki yıllardır karı böyle izlememişim. Ya penceresi olmayan bir ofiste geçmiş yıllarım, ya da arkamı pencereye dönerek çalışmışım. Baharlar ve yazlar gibi karlar da gelip geçmiş hayatımdan, ben farkında olmadan. İşten yarılma sebeplerimden biri de bu olmasına rağmen hala kendimi bırakıp karı izlemekte zorlandığımı, kendimi çalışmak zorunda hissettiğimi fark etmek düşündürücüydü.
Bütün gün ve gece haberlerde havanın ne kadar soğuk ve tehlikeli olduğundan bahsedildi. İnsanlar birbirlerini işe gitmek için motive ettiler. Kar bahane olmamalıydı, çünkü İngiltere’de bir ekonomik kriz yaşanıyordu. Bizde de hep böyle olur, değil mi?!
Bu sabah dışarı çıktığımda yine karın yıllardır görmediğim bir yüzünü gördüm; buz tutmuş kaldırımlar ama öyle böyle değil. Bir Istanbul çocuğu olarak böyle buz hatırlamıyorum kaldırımlarda. Bizde diz boyu kar olur ama şehrin ortasında bu kadar buzlanma olmaz. Arada bir yüzünü gösteren güneş oynuyor bu oyunu. Erimeye başlayan kar biraz sonra gelen arktik soğukla buz haline geçiyor.
Kaymamaya dikkat ederek yollarda ilerlerken dışarı atılmış çam ağaçlarını görüyorum. Dün, yani 06 Ocak geleneksel olarak yılbaşı süslemelerinin söküldüğü tarih. Dolayısı ile çam ağaçları da çöplerde yerlerini almış bulunuyorlar.
Noel sonrası çöpleri çoktan temizlendi. Torbalarca hediye kutusu ve hediye paketi çöp kamyonlarına yüklendi. Yüreğim acımadı dersem yalan olur. Eğer benden paket yapılmamış bir hediye alırsanız bilin ki pintiliğimden veya görgüsüzlüğümden değil, doğaya acıdığımdandır. Her ne kadar dikkatli olunmaya çalışılsa da Noel ve yılbaşları bu konuda çok acımasız oluyor. Allahtan ikinci el mağazaları var. İstenmeyen hediyeler oralarda yerlerini aldılar bile. Beğenilen hediyer ise çoktan kullanılmaya başlandı. Benim en favori hediyem kayınvalidemin kendi elleri ile kapak yaptığı ve içinde kendi yemek tariflerinin olduğu yemek kitabı. Bütün çocuklarına birer tane yapmış. Kayınpederim de tarifleri bilgisayarda yazıp basarak katkıda bulunmuş.
26 Aralık’da başlayan geleneksel yılbaşı indiriminden geriye artıklar kaldı. 27 Aralık’da farkında olmadan büyük mağazalardan birine girdiğimizde kalabalığı görünce bir kaç dakika donup kalmıştım. Çoğunuz bilir, bazı mağazaların önünde insanlar geceden uyku tulumları ile sıraya giriyorlar. Allah akıl versin.
Bir kaç düşme tehlikesinden sonra eve varıyorum. TV’de haberler yine kardan bahsediyor.  Bizim haberlerden tek farkı binaların mimarisi ve insanların görüntüsü, yoksa şikayetler hep aynı; “belediyenin elinde tuz stoğu kalmadı. Yeni stoğun gelmesi Ocak ortasını geçecek”. Bazı yerlerde gaz kesilmiş. Bazı yerlere süt ve ekmek gibi temel gıdalar ulaşamamış. Bir pansiyonda yılbaşını kutlayan 30 kişi orada mahsur kalmıştı. Onlar kurtuldu mu bilmiyoruz. Doğal olarak trafik kazaları var. Yetkililer mecbur kalmadıkça trafiğe çıkılmamasını öneriyorlar. Veliler ve işverenler okulların tatil edilmesinden şikayetçi. 20 km yürüyerek işine giden çalışan TV’de takdir ediliyor. İşe gitmeyip evde kalanlara ateş püskürülüyor.
...ve bütün bunların arasında 2010 yılının ilk ayı sessizce ilerliyor.