Friday, October 20, 2017

YEMEK BANKASINA ESKİ ÇORBA

İngiltere'de 2008 ekonomik krizi sonrasında sayısı hızla artan fakirler için son yıllarda yemek bankaları açıldı. Hayır kurumları tarafından yönetilen bu bankalara, ekonomik durumu iyi olmayan kişiler gelerek bir market gibi gıda ve diğer ihtiyaçlarını ücretsiz alıyorlar.

Peki nereden geliyor bu değirmenin suyu? Bağışlardan! Süpermarketler kapılarının yanına bir "Yemek Bankası" sepeti koydular. Buraya müşteriler alış-veriş yaparken extra malzeme alıp bırakıyorlar. Arada da özel kampanyalar düzenleniyor, dikkat etmemiş veya unutmuş olanları harekete geçirmek için. Takdir edersiniz ki sadece dayanıklı ürünler bu sepetlere gidebiliyor. Konserve, bisküvi, makarna, bebek maması, temizlik malzemesi, hijyenik malzeme, bebek bezi gibi.

Cömertliğin de sınırları var değil mi? Bu Yemek Bankalarından biri şimdi bağışçılarına bağışlarının son kullanım tarihlerini kontrol etmelerini rica ediyor. Neden mi? Çünkü Heinz konservelerinden birinin 50 yıllık olduğunu keşfetmişler. Evet 50 yıllık!! 😄 Üzerindeki eski para biriminden olan fiyat dikkati çekmiş olmalı 😁 Şirket bu konservenin üretimini 35 yıldan fazladır yapmadıklarını açıklamış.

İki ayrı konserve de 1982 yılı tarihini taşıyormuş. Yarışıyorlar sanki!

Başka bir şehir de de 1977 yılından kalma bir paket makarna bağışlanmış.

Milletin ne kıymetli malı varmış yahu! Bu kadar sene nerede, nasıl sakladınız bunları?! Böyle bağışladıklarına göre kim bilir kaç tanesini de kendileri yemişlerdir. Sığınaklara mı yığmışlardı nedir?! Aslında bunları vermek de büyük cömertlik çünkü antika sınıfına girmişler artık. Bence banka bunları açık artırma ile satsın 😁


- Posted using BlogPress from my iPhone

Friday, September 29, 2017

MEDENİYET ÖLÇÜTÜ= AYAKKABI, DOMUZ, ALKOL

İngilizlerde eve ayakkabı ile girme oranı düşerken bizim Türklerde artıyor. İşin hijyen kısmını hiç düşünmeden, geleneksel olarak yaftaladığı bu kuralı iptal ederek medeni, modern insan grubuna gireceklerini sanıyorlar. Oysa bizim yüzyıllar önce fark ettiğimizi batılı daha yeni fark etmiş ve hızla uygulamaya geçiyor. Onlar dönerken bizimkiler gitmeye çalışıyorlar hala, her alanda olduğu gibi. Nerdeyse eve gelen misafire ayakkabı çıkarttırmaya utanıyorlar.

Bir diğer "medeni ve modern" görünme çabası domuz ürünü yemekten geçiyor. Domuz ürünü yediğini veya yemekten çekinmediğini neredeyse gururla söyleyenlere ise acıyarak bakıyorum. Bunu doğal olarak yapanlara sözüm yok ancak sınıf atlama gayreti ile yapanlar o kadar göze batıyor Ve sefil görünüyorlar ki acımamak elde değil. Domuz da aynı şekilde geleneksellik, geri kalmışlık Ve dindarlık simgesi olarak görünüyor. Tabii bu şahıslar buradaki toplumun spiritüel elit ortamına pek girmedikleri için domuz ile ilgili kampanyalardan da haberleri yok. Domuz etinde bir bakteri bulunduğunu ve iyi pişmediği takdirde ölümcül olduğunu daha önceden biliyordum. Bu konu modern tesislerde halledilmiştir. Ancak, domuzun insana en benzeyen hayvan olduğunu, bu nedenle ondan kalp kapakçığı yapıldığını, yamyamların domuz etine alıştırılarak insan yemekten vazgeçirildiğini ve domuz etinin İncil'de de yasaklandığını ilk defa bir Hristiyan gruptan öğrenmiştim. Chelsea'deki bir arkadaştan gelince bu mail daha da şaşırmıştım. Bu konudaki yazıyı sürekli çevreleri ile hala paylaşmaktalar. Kayınpederimle paylaştığımda İncil'deki bilgiyi doğrulamıştı.

Peki neden domuz yemekteydi Hristiyanlar? Kıtlık dönemlerinde domuz en hızlı üreyen ve etlenen hayvandı. Verimliydi yani. Kalorisi yüksek bir et üstelik. Şimdi Batılı aydın kesim et tüketimini azaltırken domuz etinden özellikle uzak duruyor, yukarıdaki değişik sebeplerden dolayı. Bizimkiler ha gayret o tarafa gidiyor, modern olacaklar çünkü.

Alkole gelince... Çocukluk hatıralarımda rengi hiç sararmamış bir kaç sahne vardır. Bunlardan biri evimizin arkasındaki evde oturan babamın kuzeninin eve sarhoş gelip karısını dövmesidir. İkisi de çok sevdiğim insanlar olduğu için birinin dayak yemesine, diğerinin de ona vuracak kadar düşmesine canım yanardı. Çığlıklara dayanamayan annem babama onları ayırması için yalvarırdı. Babam gider kuzenini bir silkeler, o akşamı huzura erdirirdi. Babamın neden annemin yalvarmasını beklediğini daha sonra sarhoş insanları gördüğümde anladım; sarhoşun Ne yapacağı belli olmaz. Babamın avantajı hem kuzeninden yaşlı olması hem de daha iri ve kuvvetli olmasıydı ama biliyoruz ki bunların bir sarhoşun yapabilecekleri karşısında hiç bir önemi yok. Ertesi gün yengemin morarmış yüzüne bakarken bir çocuk olarak ben utanırdım. Alkolün insanlara zarar verdiği çakıldı kafama.

İkincisi ilkokula başladığımda gördüğüm okul koridorlarına asılmış olan Yeşil Ay posterleriydi. Okumayı söker sökmez bu posterleri merakla okumaya Ve ne demek istediklerini anlamaya çalışmıştım. Alkol Ve sigaranın zararları üzerine bir dizi posterdi bunlar. Tenefüslerimi bu posterleri ziyaret ederek geçirdiğim çok olmuştur. Bu iki maddesinin ne kadar zararlı olduğu üzerine bir kaç çivi daha çakılmıştı kafama.


Üçüncü unutamadığım hatıra da babamın bir kaç gece eve geç gelip kusmasıydı. Arkadaşları ile yemeğe gidip, biraz rakı içtiği zamanlardı bunlar. Muhtemelen o da arkadaş baskısına yenik düşmüştü. Hiç unutmadığım annemin ona söylediği idi; "madem sana yaramaz, niye içersin bu boku?!" Hımm, demek herkese yaramıyor. Bir çivi daha çaktık.

Yine bir çocuk olarak yakın bir akrabamızın alkolik kocasından dolayı çoluk çocuk başkalarının yardımına muhtaç yaşaması ve anlatırken ağlamalarına Ve daha sonra gördüğüm yıkılmış ailelere girmeyeceğim bile.

İngiltere'de yıllardır bir alkol mücadelesi var. Özellikle kadınlardaki içme oranı yıllardır alarm zilleri çaldırıyor ve alkol tüketimini azaltmak için ciddi çalışmalar yapılıyor. Bir zamanlar bizim kahvehaneler gibi her köşebaşında bulunan Publar haftada 27 adet gibi bir hızla kapanıyorlar. Bir kaç yıl önce kapanma hızı daha yüksekti. Çoğu kapanınca rakam da düştü. Peki yerlerine ne geldi?! Kafeler!! Devletin 20 yıl kadar önce başlattığı "halka alkolsüz bir alışkanlık kazandırma çabası" bugün mantar gibi üreyen kafelerle sonuç verdi. Ancak hala alkolün sağlık sistemi ve güvenlik birimleri üzerindeki negatif etkisi üzerinde durulup, daha nasıl tüketimi azaltılabilir ona bakılıyor.

Peki bizimkiler ne yapıyorlar?! Alkol almayı modernlik ölçüsü, dindarlık karşıtı olarak kullanıyorlar. Yine burada bunu bu amaçla yapmayanları, aileden böyle bir kültürle gelenleri ayırıyorum.

"Aaa içmiyor musun?!! Niye?! Çok mu dindarsın?!" Bir de hafif sırıtan ve aşağılamaya çalışan bir yüz ifadesi eşlik eder buna. Sanki dindar olup da içen YÖK gibi din sokuşturulur araya bir aşağılama ifadesi olarak çünkü alkolü red ederek bir güç gösterisinde bulunmuşsunuzdur ve karşınızdaki zayıf biri ise buna sizi ezmeye çalışarak karşılık verir. Eşimin ailesi bende kalırken ziyaretlerine gelen bir arkadaş ben çay ikram edince kızmıştı. "Kızım versene adamlara şarap veya bira. Nedir böyle çay filan?!" Tabii hiç düşünemiyor onların belki de içmek istemediğini ve çayı daha çok sevdiklerini. Direkt beni geleneksellikle suçlamaya girişiyor. Ben bilmiyorum ya, o öğretecek medeniyeti.

Eşim de teklif edilen şarabı red ettiğinde Türk arkadaşlarımızın kaşları daha da kalkar ve bana dönüp "adama da mı içirmiyorsun??!!?" suçlamasında bulunurlar çünkü onlara göre her Batılı içer, çünkü Batılı demek modernlik demektir ve alkol de modernlik ölçütüdür. Oysa bilmezler ki eşim alkol, sigara Ve uyuşturucuya militanlık ölçüsünde karşıdır, malum zararlardan dolayı. Ben arada bir tadına baktığımda bile dehşete düşer.

Alkol konusunda özellikle rahatsızım çünkü çok baskısını gördüm Türk arkadaşlarımdan. Alkol tüketme alışkanlığı olan bir aileden gelmiyorum ancak bu çevremdeki diğer arkadaşlarıma engel olmamış, dolayısı ile bana engel olan başka bir şey veya çocukluğumda çakılmış olan çiviler. Öncelikle bedenim alkolü red ediyor. Bunu ilk teşhis eden sevgili Ender Saraç idi. Bir küçük kadeh Baileys veya Malibu'yu bile bitiremeyişimin nedenini o açıklamıştı "bedeniniz alkolü de tolere edemiyor. Uzak durun". Tabii "niye ben içemiyorum?" diye gitmemiştim ona, genel kontrolde ortaya çıktı. Allah'tan bu tür baskılara boyun eğen zayıf biri değilim ama baskıya boyun eğerek bedenine çok zarar veren çok kişi var. Alkol almıyorum diye yemeklere davet edilmediğim de olmuştur. Sebep? Alkol almayınca eğlenemezmişim ve onlara uyamazmışım. Çok şükür eğlenmek için dışarıdan bir madde desteğine ihtiyacım yok. Böyle madde desteğine bakın Batılının ihtiyacı vardır. Pek sosyal olmadıkları için, utangaçlıklarını ancak bir kaç kadehten sonra yenebiliyorlar. Bu ülkelerde alkol, içme suyunu hijyenik hale getirmek amacı ile başlamış Ve günümüzde de gevşeyerek keyif alabilmek için devam ediyor. Türk toplumunun eğlenmek için içmeye ihtiyacı henüz yok. Hele sınıf atlamak için içmek!... Çok daha komik oluyor. Medeniyet yediğiniz, içtiğiniz veya giydiğinizle ölçülmez, ne kadar okuduğunuz, araştırdığınız ve bu bilgileri ne kadar özümseyip davranışlarınıza yansıttığınızla ölçülür. Modern olmak da medeni olmak anlamına gelmez.


- Posted using BlogPress from my iPhone

Friday, October 21, 2016

BAHÇIVAN VE BEN

Bahçıvan beni bahçesine aldı. Muhteşem güzellikte bir bahçe bu. Akan sular; gölcükler; boy boy, çeşit çeşit ağaçlar; enfes kokulu, renk renk çiçekler; şarkı söyleyen güzel kuşlar; zıplayan tavşanlar;ağaçlara tırmanan sincaplar ve iştah kabartan meyveler var bahçede.

Çimenlerde yayılıp, çiçekleri koklayıp, ağaçların altında gölgelenirken, bu meyveleri yiyip, kuşları dinlemek istiyorum. Sonra bir anda bahçenin bazı bölümlerinde kurumaya yüz tutmuş bitkiler, temizlenmemiş yapraklar görüyorum. Bazı yerlerde asalak otlar almış başını gidiyor. Böyle giderse bahçeyi yok edecekler. Bir an duraksıyorum. Ne yapmam lazım?! Bahçıvan beni buraya bahçenin keyfini sürmeye mi yoksa bahçede çalışmaya mı gönderdi?

Bu çelişki içinde bahçenin ortasında olduğum yerde duruyorum. Bir taraftan karşımdaki muhteşem manzaraya bakıp mutlu olup, bir taraftan da yardım bekleyen yerleri düşünüp üzülüyorum. Ayağım ne tam olarak ileri, keyif mahalline gidiyor, ne de geri, iş mahalline. Bir kaç ot yolup, bir kaç bitkiye su verdikten sonra düşünüyorum yine "bahçıvan beni bahçeye niye aldı? Keyif sürmeye mi, bahçeye bakmaya mı?".


- Posted using BlogPress from my iPhone

Location:London,United Kingdom

Saturday, September 03, 2016

ŞİŞEDE DURDUĞU GİBİ DURMUYORMUŞ

Londra metrosundayız. Yanımda orta yaşlı bir çift oturuyor. Oturduğumuz andan itibaren adamın konuşmalarından rahatsız oluruyorum. Sürekli karısını azarlıyor ve sesinin ayarını kontrol edemiyor.

Alkollü olduğu ve her an şiddete döneceği o kadar bariz ki diken üstündeyim.

Kollarından ellerine kadar olan dövmelerden ve aksanından eğitim ve sosyal düzeyinin düşük olduğunu anlamak zor değil.

Dikkatimi eşimle beraber oynamakta olduğumuz "Scrabble"a vermeye çalışıyorum ama o kadar tedirginim ki, kulağım tetikte, konsantre olmakta zorlanıyorum.

Karısından birinin telefonunu istiyor ama telefondaki kişi bunu tanımayınca hem adama küfrediyor hem de karısına kızıyor yanlış numara verdi diye. Karısı, kocası kızmasın diye sakin olmaya çalışıp numaranın doğru olduğunu gösteriyor. Yine başarısız bir görüşme yapıyor adam. Telefonda konuşması bile karşısındakini döver gibi. Etrafındakilerin ve nerede olduğunun farkında değil. Kadına girişecek diye ödüm kopuyor. Nihayet kadın arıyor aynı numarayı ve istedikleri kişiye ulaşıyorlar. Adam öyle öküzce konuşunca karşıdaki da tanımıyor tabii. Neyse kadın kurtardı.

Karısının adına üzülüyorum. Adamı kızdırmamak için alttan alıyor. Kimbilir ne kadar utanıyor herkesin içinde.

Küçükken, sarhoş olup eşlerini döven komşularımızı duyardım. Annem babama yalvarırdı gidip ayırması için. Çok sevdiğim amcaların, yine çok sevdiğim teyzeleri dövüyor olmaları gözlemci bir çocuk için ciddi bir travmaydı ve o travmanın etkilerini hala taşıdığımı bir kez daha gördüm.

Atalarımız ne güzel söylemiş; meret şişede durduğu gibi durmuyor. Bilmiyorsan içmeyi, içmeyeceksin!!! Alkol haram değil de günde bir kadeh olsaydı o kadehin boyutu fıçı kadar olurdu şimdiye. 😜

- Posted using BlogPress from my iPhone

Monday, May 23, 2016

BALIĞIN BAŞI

Hürriyet gazetesi yanımda oturuyor. Göz ucuyla bakıyorum. Elim gitmiyor. Korkuyorum göreceklerimden ve beni üzmesinden. Sonra "saçmalama! Bak bakalım ülkende neler oluyor. Zaten kaç yılda bir görüyorsun gazeteyi" diyor ve tereddütle ikiye katlı gazeteyi sıkıntı ile açıyorum. Daha ilk sayfadaki bir kaç başlığa göz atar atmaz katlayıp geri koyuyorum. Dayanamayacağım!! 😞😞 Kime kızacağımı da çok iyi biliyorum.

David Cameron "bu yavaşlıkla Türkiye AB'ye 3000 yılında ancak girer" demiş mesela. Nasıl anlayalım istersiniz? Türkiye'deki çoğunluğun Nasıl anlayacağını çok iyi tahmin ediyorum. Hemen kurban psikolojisi devreye girecek. Öz eleştirici yapılmayacak. Ben şöyle anladım; "bu medeniyet gelişimi hızı ile giderse, Türkiye ancak 3000 yılında AB standartlarına ulaşarak girmeye hak kazanır. O nedenle endişe etmeyin Avrupa'lı kardeşlerim".

Biz her lafı, her olayı kendine göre yorumlamayı seven bir halkız. Çuvaldızı hiç kendimize batırmayız. "Balık baştan kokar" lafını da suçu başkalarına atmak için çok iyi kullanırız. Halbuki mesela politikacılar baş değildir ki "onlar hata yapıyorsa halk ne yapsın" diyebilelim. Halk baştır, yöneticileri ise ayak. Baş nereye git derse ayak oraya gider. "Milletin Vekili'dir mesela, "Milletin Aslı" değildir.

O nedenle suçu başkasına atmayı bırak yurttaşım; kokan baş sensin! Senin içinden çıkıyor bütün başı bozuklar. Başka ülkeden ithal gelmiyor. Öz be öz yerli malı bunlar. Ne zaman ki sen kanunlara ve çevrendeki her şeye ve herkese saygılı olur, hakkını aramayı bilir, devletin deniz olan malından sebeplenme hayali kuran kerizlikten vazgeçersin, işte o zaman senin vekilin de, yöneticin de adam olur ve senden daha ileri medeniyet seviyesine erişmiş devletler de seni aralarına almakta yarış ederler. İşte o zaman "evet" ya da "hayır" deme seçeceğine sen sahip olursun.

Unutmadan, zamanında AB'ye davet edilen Türkiye idi ve Ecevit bu davete "hayır" derken Yunanistan "evet" demişti. Şimdi ise girmek için kapı tırmalıyoruz. Geçen zamanda aramızda oluşmuş olan medeniyet farkına bakın!

- Posted using BlogPress from my iPhone

Wednesday, April 20, 2016

JAPONYA'DAN KOMŞUM GELDİ




Izgara ve İzakaya. Biri Türkçe biri Japonca. Haklı olarak İngiliz arkadaşlar Izgara Restoranı Japon sanmışlar. Bir kaç km ötede de İzakaya var çünkü. Türkçe ve Japoncanın benzer diller olduğunu ve birbirimizin dilini kolay öğrenebileceğimizi öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Üstelik de çok geç öğrendiğim bir bilgi.

Japon harflerini düşününce iki dil arasında bir benzerlik olması pek olası gelmiyor, hele de korkumuzdan set inşa etmiş eski komşularımız Çinlilerin dili ile bir dil akrabalığımız olmayınca. Şimdi nasıl olup da Çin atlanıp, taa Japonya ile böyle bir benzerliğimiz olabilir? Japonca da eklemeli bir dil bizimki gibi. Kelimelerin sesleri de çok benziyor. Şimdilik Japonca öğrenmek yerine arkadaşıma Türkçe öğretiyorum 😀 Konuşmayı öğrenmek kolay olabilir ama Japonca yazmaya sıra gelince çuvallayacağımızdan eminim.

Japonlar görenek olarak da bize çok benziyor. Giden tabak boş gelmiyor mesela. Daha önce bir apartmanda otururken yemek yapar komşulara dağıtırdım. İngiliz komşum tabağımı yarım saat sonra yıkanmış olarak getirir ve teşekkür ederdi. 3 yıl boyunca tabağı hiç dolu getirmedi ama başka şeyler verirdi o da. Iraklı komşum ise tabağı boş göndermeyeceğim derken aylarca tutar sonra her birimizin tabağını öbürüne verir, kaybederdi. Bu noktada İngiliz komşumu daha takdir etmişimdir. Hintli ve Pakistanlılar da tabağı boş getirmemek konusunda aynı geleneğe sahipler.

Sokağımız Londra'ya çalışmaya gelen Japonların tercih ettiği bir sokak ve yan tarafımdaki eve sadece Japon kiracı alınıyor. 6 yılda 4 aile geldi. Her yeni taşınan Japon komşum ben daha "hoş geldiniz" diyemeden, ma-aile kapımda, mükemmel paketlenmiş bir kutu bisküvi ile belirir ve kendilerini tanıştırırlar. Şimdi karşımdaki evde de bir Japon aile var.

Genelde Japonlar çok çekingen ve saygılı insanlar olduklarından arkadaşlık kurmak kolay olmuyor ama karşımdaki komşum, kocası İngiliz olmasına rağmen kendisi İngiliz de kocası Japon gibi. Bu alışılmışın dışındaki Japon, Soko ile iyi arkadaş olduk. Paskalya tatilinde ailesini ziyarete gittiği Japonya'dan hediyelerle geldi. Ben de aynı dönemde Istanbul'a gitmiş olunca karşılıklı hediyeleştik.

Bizdeki prezantasyon eksikliği konusunda özür diledim. Paketleme konusunda ellerine su dökemeyiz. Çevre konusunda hassas biri olarak teker teker paketlenip güzel bir kutuya konmuş, üzerleri tekrar kağıtla kaplanmış, sonra ayrıca kutusu güzel bir kağıtla sarılmış bisküviler hoş görünse de beni strese soktuğundan bizim paketleme özrümüzden şikayetçi değilim aslında.


Hediye çantamdan küçük bir çay kutusu, bir paket yeşil çay, ipek bir fular ve pirinç krakerleri çıktı. Tepelerinde insan kafası figürleri olan bu nesnelerin ne olduklarını anlamakta zorlandım tabii. Diller benzer dedikse o kadar da değil!


Soko'nun babası da bana Japon işi lakör mouse pad göndermiş ve lakör üzerine bir kaç sayfa bilgi eklemeyi de unutmamış.



"Aa baban bana niye hediye gönderdi?!" diye sorunca, "sen de ona helva gönderdin ya" dedi. Unutmuşum. Bunu bir Batılıya yapsaydım böyle bir karşılık olmazdı. Yahudi arkadaşlarım hariç. Onlar da bize benziyorlar arkadaşlık ve aile konusunda.

Japon'larla ilgili başka bir şaşırdığım bilgi de erkeklerin karılarını çok dövdüğü idi. Soko bunun eski nesilde çok olduğunu hatta kadının erkeğin 3 adım gerisinde yürümek zorunda olduğunu anlatınca da güldüm. Bu benzerlik de olmayıversindi ama!

Sonra Soko ile bahçede oturup annemin pişirdiği kuymağı yedik. Soko restoranlarda bulamayacağını öğrendiği bir yemeği yeme şansına sahip olduğu için çok mutluydu. Telefonundan bana bir kaç yemek masası resmi gösterdi. Tokyo'dayken teyzeleri onu yemeğe davet edip en özel yemekleri pişirmişler. Aynen bizdeki gibi. Ben de o masalarda olmak istedim.

- Posted using BlogPress from my iPhone

Monday, April 18, 2016

Yaşlılara saygı ömrü uzatıyor

BBC 1'de geçen hafta ve bu hafta, iki bölüm halinde yayınlanan "How to Stay Young" (Nasıl Genç Kalınır" programında, genç kalabilmek üzerine yapılan araştırmalardan bahsedilirken, Amerika ve Japonya'da uzun yaşayan insanların bulunduğu yerler ziyaret edilerek ipucu bulunmaya çalışıldı.

http://www.bbc.co.uk/programmes/b0770cpf

Kaliforniya'daki Low Melinda kasabasındakiler 100 yaşında olup da hala dinç kalabilmelerini Vegan olmalarına bağladılar ve kuruyemişin sağlık için önemini vurguladılar. 100 yaşındaki kalp cerrahi çok etkileyici idi. 95 yaşına kadar ameliyat yapmış, 5 yıl önce evde daha dazla vakit geçirmek için emekli olmuş, aklı zehir gibi, hala araba kullanabilen bir asırlık dev. Kasabanın halkının başka bir önemli özelliği de Seventh Day Adventist mezhebine mensup olmaları. Veganlıkları da mezhepleri gereği.

Araştırmalara göre ette büyümemizi sağlayan bir hormon var. Ancak orta yaştan sonra bu hormon yaşlanmamızı hızlandırıyormuş. Acaba et yemediğim yılların bana bir faydası olmuş mudur?🤔

Ayrıca mercimek ve nohut gibi baklagiller yemenin de önemi çıktı ortaya. Baklagillerdeki inulin maddesi içimizdeki yağlanmayı engelliyormuş. Dışarıdan çok iyi ve zayıf görünüp yüksek iç yağına sahip olabilir mişiz. Buyrun bakalım!! Nasıl öğreneceğiz?!

Japonya, Okinawa sakinlerine göre ise insanların uzun yaşaması ve dinç olması toplumlarında yaşlılara gösterilen saygı. Tabii yaşam tarzı ve beslenmenin de önemi var. Okinawa'lılar bol miktarda mor tatlı patates tüketirlermiş. İçinde bulunan ve ona mor rengi veren anthocyanins maddesi de uzun yaşama etki ediyor olabilirmiş ancak program dışında, internette böyle bir iddia bulamadım. Mor patatesten çok böğürtlen bu maddeyi iki kat daha fazla taşıyor görünüyor.

Uzun ömürde genetikten çok yaşam tarzı ve beslenmenin önemli olduğu ve soframızda her renkten gıdaya yer vermemiz gerektiği belirtildi. Türkiye bu anlamda şanslı diyeceğim ama ülkemizdeki stres, sigara içme oranı ve hava kirliliği aleyhimize çalışıyor. Üstelik ortalıkta ömrünüzü kısa kesmeye azimli bir çok öfkeli varlık dolaşıyor.

Bu arada programda ne kadar uzun yaşayacağınızın göstergesi olarak gösterilen bir esneklik hareketi, yapan arkadaşlarıma zarar da verdi. Ben hiç bir yere tutunmadan ayaklarım çapraz olarak yere oturmayı başarabildim, ama kalmayı başaramadım. Oysa 60 yaşındaki arkadaşım her ikisini de rahatça yaptı ama yaparken de kasını çektirdi. Pilates hocamızdan fırça yedik bu nedenle. Her gördüğümüzü denemeden iyice bir düşünmek gerektiğine bir örnekti bu ama iş uzun yaşamak olunca mantık bir süre duruyor 😀

Programda bir çok ilginç bilgi vardı ancak bana en ilginç geleni Japonların "yaşlıya saygı" iddiası oldu. Yaşlılara saygının oldukça düşük olduğu bu ülkede ve olmayacak konularda Batı'ya hızla benzemeye çalışan Türkiye'de bunun etkilerini düşünmeden edemedim.


- Posted using BlogPress from my iPhone