Thursday, December 24, 2009

LONDRA’DA NOEL

Haftalar önce mağazalar, caddeler ve evler süslendi. Halk çocuklarını alarak Noel süslemelerini görmek üzere caddelere çıktı. Leicester Square’e her yıl olduğu gibi mini bir lunapark kuruldu. HydePark’da bir Winter Wonderland (Kış Hayal Dünyası) açıldı. Son bir kaç haftadır yaklaşan Noelin şarkılarını dinledik sokaklarda. Noel için özel konserler, gösteriler düzenlendi. TV’lerde Noele özel programlar sıralandı.


Iki hafta önce Londra’nin en ünlü alış veriş caddeleri Oxford Street ve Regents Street araç trafiğine kapatıldı ,geleneksel olarak. Caddeler Noel şarkıları söyleyen ve yardım toplayan çeşitli gruplarla ve ürün tanıtımı yapanlarla doldu. Hatta bir yatak şirketi yatak bile koymuştu caddenin ortasına. Salvation Army bandoları Selfridges ve Fortnum and Mason mağazları önünde çalıyorlardı.

Ünlü oyuncak mağazası Hamleys’in önünde öyle uzun kuyruklar oluşmuştu ki, müşterileri gruplar halinde içeri alıyorlardı. Şaşmamak lazım çünkü aylar öncesinden bu Nole’de mağazaların kriz dolayısı ile yeterli oyuncak stoğu yapmadıkları duyurulmuştu. Herkes çocuğunun istediği oyuncağı almakta kararlıydı.

Hediyeler alındı. Eşler hediyeleri birbirlerinden ve çocuklarından gizlice paketledi ve Noel ağaçlarının altına yerleştirdiler. Postalar yoğun çalıştı ve uzak diyarlardan hediye paketlerini bekleyenlere ulaştırdılar. Milyonlarca Noel kartı alındı ve postalandı.


Son iki hafta boyunca TV’lerde değişik Noel yemeklerinin nasıl pişirileceği üzerine programlar yapıldı. Bunların arasına tarihi Noel yemeklerinin eklenmesi de unutulmadı. İşyerleri ve arkaşdaş gurupları Noel yemekleri ve partileri organize ettiler.

Yine bu dönem ülkemizin İngilizce’deki adı Turkey’nin en çok kullanıldığı dönem. Her yerde hindi reklamları, hindi tarifleri, hindi sohbetleri ...

Londra bu yıl beyaz bir Noel bekliyordu. Londra’da nadiren kar yağıyor. Geçen hafta ortası başlayan karyağışı heyecan yaratmıştı. Kar haftasonu kesildi. Pazartesi akşamı tekrar lapa lapa yağmaya başlayınca umutlar arttı. Küçük yeğenimle postaneye gidip gelene kadar yerler bembeyaz olmuştu. Noel süslemelerine çok yakışacaktı ancak ertesi gün ince bir buza dönüşüp hayalleri yıktı. Şimdi güneşli bir Noel bekleniyor.
Tabii bu Londra’da böyle yoksa Britanya’nın pek çok yerinde tren seferleri felce uğramış durumda. Aynen bizim bayramlarda olduğu gibi uçak, otobüs ve tren seferlerinde aksamalar ve yollarda kazalar var. Euro Star bir kaç gündür anons yapıyor “bileti olmayan istasyona gelmesin. Bütün trenler dolu” diye. Haberlerde, ailesine ulaşmak için yola çıkıp yolda kalmış insanlarin feryatlarını izliyoruz.

Türkiye’de biz bayram tatilini bir yerde geçirmek için yollara düşerdik, ancak buradaki yolculukların çoğunluğu Noeli geçirmek için ailelere ulaşmak üzere yapılıyor. Dolayısı ile parçalanmış batılı aile inancımızı bir ölçüde yıkıyor.

Bu gün Noel arefesi. İş yerleri yarım gün çalışıyor. Bazı ofisler bu hafta hiç çalışmadı bile. Günlerdir geç saatlere kadar çalışan eşim de bu gün erken gelecek ama onun erken dediği saat yine akşam 18:00. Bu gün özel bir heyecanımız var; çok sevdiği Noel kekini bu akşam yiyeceğiz, çünkü yarın Noel yemeğine bir arkadaşa davetliyiz.

Yarın sabah Noel. Herkes sabah erkenden kalkıp hediyelerini açacak. Özel Noel kahvaltısından sonra bütün aile öğleyin Noel yemeği için toplanacak.

Yarın sabah biz de hediyelerimizi açtıktan sonra eşimin ailesini arayacağız. Ondan sonra da bizi almaya gelecek olan arkadaşımızla onlara Noel yemeği için hareket edeceğiz. Noel günü toplu taşıma çalışmadığı için geceyi de orada geçireceğiz.

Yarından sonra artık Noel ateşi sönmüş olacak. Ortalık hediye paketleri, hediyesini beğenen ve beğenmeyenlerle, yemek artıkları, şişmiş midelerle ve yeni umutlarla dolu olacak.

Thursday, December 17, 2009

İYİ GÜN DOSTU

Arkadaşım Zeliha kansere yakalandığında bazı keşifler yapmıştı arkadaşları ve kendisi ile ilgili. Etrafındaki bir çok sözde arkadaşı uzaklaştırmıştı hayatından. Çok güzel bir yorum yapmıştı “fark ettim ki” demişti “gerçek dost seninle sevinebilendir. Üzülmüş numarası yapmak çok kolay ama sevinme numarası yapılamaz. O nedenle hemen anlaşılır kişinin samimi olarak sevinip sevinmediği. Beni yıllarca aramayan sormayan insanlar hastalandığımı duyduklarında birden ortaya çıkıp ah vah etmeye başladılar. Benim onların acımasına değil moral desteğine ihtiyacım vardı oysa”.
Bu anlamlı saptama üzerine ben de çok düşündüm sonradan. Doğru ya bu tür insanlar zor durumdaki başkalarına sözde acıyarak aslında kendi iyi durumlarını kutlarlar, avunurlar. Karşılarındaki zavallının durumuna bakarak kendilerini güçlü ve verici hissederler. Bu da bir tür vampirliktir. Tabii bu herkes için geçerli değildir ancak kimin samimi, kimin yapmacık olduğunu üzüntü paylaşma meselesinde ayırd etmek gerçekten zordur.
Sevinç meselesine gelince iş biraz daha farkli bir renk alıyor. İnsanoğulları olarak bizler bir takım zayıflıklarla yaratılmışız ve tekamüle bu zayıflıkları yenerek yükselmemiz hedeflenmiş. Kolay bir iş değil tabii ki, çünkü içinizdeki bir kuvvete karşı mücadele ediyorsunuz ve bilinç altınız ne derseniz deyin bilincinizden çok daha güçlü.
Önce arkadaşlarınıza güzel bir haber verdiğinizi düşünün; bu terfi , ödül, evlilik, yeni bir ev, yeni bir araba, hamilelik, mezuniyet, egzotik bir gezi, v.s. olabilir. Hepimizin hayatında bu tür durumlar olmuştur. Arkadaşlarınız nasıl tepki gösterdi? Kaç tanesi sizinle samimi olarak kutlamaya ve kutlama organizasyonunda yer almaya girişti? Kaç tanesi sizi destekledi ve güç verdi? Kaç tanesi sadece tebrik edip geri çekildi? Kaç tanesi size konunun olumsuz yanlarını anlatarak sevincinizi kursağınızda bırakmaya çalıştı ve hatta sizden uzaklaştı? Kaç yıldır tanıdığınızı sandığınız kaç arkadaşınızda anlam veremediğiniz tutumlar gördünüz? Ve hiç ummadığınız kaç arkadaşınız sizin mutluluğunuzu paylaşmaya koştu?
Şimdi arkadaşınızın size yukarıdaki haberlerden birini verdiğini düşünün. Nasıl hissettiniz? Siz daha düşük bir pozisyondayken arkadaşınızın terfi etmesine, sizin daha bir eviniz yokken arkadaşınızın ev almasına, siz bebek diye yanarken arkadaşınızın hamile kalmasına, siz daha becerememişken arkadaşınızın iyi derece ile mezun olmasına, siz bekarken veya mutsuz bir evliliğiniz varken arkadaşınızın mutlu bir evlilik yapmasına gerçekten sevinebildiniz mi?
Bazıları çok ileri giderek sizi kararınız veya elde ettiğiniz başarının seviyesi ile ilgili olarak eleştirirler. Bazen bu eleştiri sizin sevindiğiniz olaya/kişiye/kuruma yöneltilir. Yeni terfi ettiğiniz pozisyonun aslında o kadar da önemli olmadığını duyarsınız. O kabul edildiğiniz okul da aslında çok iyi değildir. Aldığınız dereceye de pek fazla sevinmeyin çünkü çok daha iyisini başaranlar tanınmaktadır. Sevgili koca adayınız veya kocanız da aslında öyle matah biri değildir. Ya şişkodur, ya yaşlıdır, ya kısadır, ya keldir, ya fakirdir, ya da iyi bir işi yoktur. Sanki kendisi koluna takıp gezecektir. Siz çok mutlusunuzdur ama arkadaşınız sizin mululuğunuza kördür.
Bazen arkadaşlar birbirleri hakkında çok yüksek standartlar belirlerler birbirlerinin haberi olmadan ve bir taraf o standarda uymadığında akde vefasızlık oluşur.
Kısacası insanoğlu karşısındakinin sevincini, ya kıskançlığıyla ya da kendi kişisel değerleri ile ölçer ve ona göre tepki verir. Kıkançlık ve hayal kırıklığı çok güçlü duygular olduğundan sevinmiş rolü yapmak gerçekten zor hale gelir. Ne dersiniz? Var mı böyle hikayeleriniz?

18/12/09
Londra

Wednesday, November 11, 2009

ŞEHİTLERİMİZ İÇİN

Bu gün 11 Kasım, İngiltere’de “anma günü” (popy day) olarak bilinen gün. Bu gün 1. Dünya Savaşının bittiği tarih olarak kabul ediliyor ve 11 Kasım’da bütün savaşlarda ölen asker ve siviller anılıyor. İki hafta boyunca, bizde Mehmetçik Vakfına denk gelen “British Legion”, kagıtttan gelincikler satarak yardım topluyor. TV spikerleri ve bütün önce gelen kişiler yakalarına bu gelincikleri takıyorlar. Aynı şekilde sivil halk da yakasına gelinciklerini takıyor. Halk bütünleşiyor.
Şu anda İngiliz BBC1 kanalında anma töreni Westminster Klisesinden canlı olarak gösteriliyor. Kraliçe, devlet yetkilileri, muhalefet, v.s. bu törende hazır. Papaz İncil’den bölümler okuyor, ilahiler söyleniyor ve dualar ediliyor. Akabinde askeri tören yapılıyor.
Bu tören içimi buruyor ve yıllardır sorduğum bir soruyu yine aklıma getiriyor. Bu defa yazmadan edemiyorum. Koskoca İngiltere devleti şehitlerini klisede anabiliyor da biz neden kendi şehitlerimiz için devlet törenini bir camiide ruhlarına Fatiha okuyarak yapamıyoruz? Neden Atamızın ruhuna dualar gönderemiyor ve sadece soğuk bir tören yapıyoruz. Ülkemizi kurtaran o büyük adam bir duayı hak etmiyor mu? Haydi devlet töreninden vazgeçtim, neden ülke çapında camilerde dualar okunmuyor. Biz az mı insanımızı yitirdik savaşta? Buna engel olan nedir? Milletimizn %99’unun Müslüman olduğunu mu bilmiyoruz? Kendi şehitlerimizin ruhuna aleni olarak dua okuyamayacak kadar mı yabancıyız kendi dinimize? Laiklik dinsizlik, inançsızlık mı demek? Madem o kadar laiktik niye hala kendi şehitlerini kilisede anabilen batılı toplumların medeniyet seviyesine çıkamadık? Bizi dinimizi medeni bir şekilde uygulamaktan alıkoyan nedir?
Bana sakın “irtica hortlar” demeyin. İrtica ölmedi ki hortlasın. Haydi biraz gerçekçi olalım artık. İrtica ile baş etmenin yöntemi dinini red etmek olamaz.
Bana sakın “ama aramızda Müslüman olmayanlar da var” demeyin. İngiliz’lerin arasında Müslümanlar ve Hindular yok muydu? Hiç kimsenin bir duaya itirazı olmaz.
Dindarsınızdır, değilsinizdir, konu bu değil. Konu toplumun çoğunluluğunun ne olduğudur. Askerlerimiz kendilerini Allah’ın koruyacağına inanarak ve şehitlik mertebesini hedef alarak “Allah Allah” naraları ile düşman üstüne yürümüşlerdir. Kurşun yağmuru altında namazlarını kılmışlardır. Şimdi biz bu inanmış insanlardan, inandıkları Allah önünde, bir teşekkürü ve “Allah sizden razı olsun” sözlerini neden esirgiyoruz?

London
11/11/2009

Friday, September 11, 2009

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ MÜ?!

Bir kaç yıl önce içinde bulunduğum bir konu ile ilgili yapılan abartılı ve yanlış haberler sonrasında Türk gazetelerini nadiren okur oldum. Biraz önce de sel haberleri için bakayım derken Hürriyet'in kendilerine kesilen cezaya AB tepkisini dile getiren haberini acaba başka gazeteler de yayınlamış mı, yani bu haber acaba ne kadar gerçektir diye Milliyet'e bir göz atayım dedim. Bir baktım "Flash Haber" bölümünde "Türk doktorlar İngiltere'yi karıştırdı" diye bir başlık var. Şaşırdım çünkü son günlerde burada ortalığı karıştıran bir Türk doktor duymadım-ki her sabah 2 saat ve her akşam 1 saat BBC haberlerini izliyorum. Kaçırmam imkansız. Daha haberi açarken haberin içerigini tahmin ettim.

Taze bir habermiş gibi anlatılan bu konu 1 yıl öncesine aittir ve yine bir sabah BBC'yi izlerken duyup, söz konusu hastaneye ilk benim haber verdiğim bir durumdur. Yani bu kadar yakından biliyorum olayı. Üstelik BBC yaptığı hatayı anlayıp konuyu akşam haberlerine koymamıştır bile.
Gerçi bu konu gözüme yıllar önce de sokulmuştu ama o zaman bunu bir defalık bir hata sanmıştım. Bir gazete ile yaptığım röpörtaj bir kaç ay sonra başka bir gazetede ve değitirilerek yayınlanmıştı ve dolayısı ile verilen bilgiler o gün için doğru değildi. Araştırdığımda röpörtajı yapan gazetecinin, söz konusu gazeteye geçtiğini ve sayfa doldurmak için haberi biraz değiştirip yayınladığını öğrenmiştim. Adam fırçayı yedi ama iş işten geçmişti.
Yine Pizza Hut’da Insan Kaynakları Müdürü iken verdiğim bir röportajda Restoran Müdürü maaşları abartılı yazılınca c.v. yağmuruna maruz kalmıştık. C.V. toplamak güzel de, yanlış beklentilere ve sektördeki diğer yabancı firmaların telefonlarına cevap vermeye çalışmak hoş olmamıştı çünkü bu yanlış haberle pisyadaki ücret dengesinin zarar görme tehlikesi vardı.
Kimbilir bu gazeteler ve TV’ler baska kaç haberi böyle yayınlıyor ve kaç haberi abartıyorlar.
Bir süre önce Avustralya yapımı, bir Aktuel Haber programının perde arkasını konu alan bir dizi izledim. İlgilenenler için adı “Front Line”. Dizi, güldürme amacı ile biraz abartı taşısa dahi asıl amacı haberlerin nasıl kanalın amacına göre değiştirilip, saptırıldığını göstermekti. İşte bu dizi beni duyduğum ve okuduğum haberlerin arkasında neler dönüp de bize bu şekilde gelmiş olabileceği konusunda tekrar düşünmeye sevk etti.
Üstüne bir de, TV’lerdeki haber komedisi ile dalga geçen ünlü Amerikan shovu “The Daily Show With Jon Steward” izledim ve Amerikan halkının TV kanalları ile nasıl etkin olarak yönlendirilip uyutulduğuna tanık oldum. Olay öyle bir boyutta ki herhangi bir sağlık güvencesi olmayan 30 milyon Amerikan bile Obama’nın herkese ücretsiz sunulacak bir sağlık programına destek vermekte zorlanıyor çünkü kendilerine gelecek fayda sürekli perdeleniyor. Niye mi? Herkes ücretsiz sağlık hizmeti alırsa devleşmiş sigorta şirketleri para kazanamaz da ondan. Biz yine medyanın elinde henüz o kadar oyuncak değiliz, ama Amerika’da bu oyunu en iyi oynayan şirket artıkTurkiye’de de var.
Unutmayalım ki medya sansasyon yaratırsa ve kendi çıkarı doğrultusunda destek alırsa para kazanır. Onların da yapmaya çalıştığı bu, ancak biz de bunu böyle bilerek haberleri okur ve dinlersek yanlış yönlenmekten korunuruz. Artık gazetelerde okuduğum ve TV’de duyduğum her habere şüphe ile bakar oldum ve bu bakış hem beni rahatlattı hem de farklı bir bakış açısı kazandırdı. Düşünün kimbilir bu uydurma veya bayat haberler kimlerin hayatlarını nasil etkiliyor.
Bari eski haberi, yeni bir gelişme ile veriyormuş gibi yapın da bizi salak yerine koymayın.

Basın özgürlüğüymüş! Hah!

Friday, August 21, 2009

KOCAMI NASIL YEDİRİRİM?

Çoğu kadının önemli sorunlarındandır çocuğuna nasıl yemek yedirecegi. Yemek derken sağlıklı, doğru dürüst gıdaları kasdediyorum. Ortalık da bu konuda akıl veren haberler ve uzmanlarla doludur da kimse kadınlara kocasına nasıl sağlıklı yemek yedirebileceği konusunda akıl vermez. Gülmeyin! Ciddi bir konu bu. Yok mu aranız da “yahu ne pişirsem de bu adam yese, yoksa hasta olup başıma dert olacak” diye düşünen?

Doğal olarak bu durumda hedefiniz ‘yesin de büyüsün’ değil, ‘yesin de hasta olmasın’. Dünyanın her yerinde erkeklerin sağlıklarına kadınlara göre çok daha az dikkat ettikleri bilinir. Bakın zaten en çok erkekler ölüyor. Hastalıktan öldüremiyorlarsa kedilerini, başka bir yolunu bulup ölüme koşuyorlar. İstatiklere göre de kocalar karılarından önce ölüyorlar. Eh ben de ömrümün önemli bir kısmını yalnız geçirmiş biri olarak hayatımın sonunda da uzun bir dönemi yalnız geçirmek istemiyorum. Evet! Evet! Biliyorum, kime ne olacağı belli olmaz, ama bu beni durdurmaz.

Adami multu etmekten öte bir şey bu. Ben sağlıklı olmasını hedefliyorum ama benim kocam sağlıklı beslenmemeye doğarken yemin etmiş gibi. Çerez türü mineral yönünden zengin gıdaları ağzına sürmez. Fasulye, mısır türü taneli şeylere hiç tahammülü yok. (Gitti benim caanım zeytinyağlı barbunyam, kısırım). Sulu soslu gıdalari sevmez.(Türlü, zeytinyağlı fasulye, sulu köfte camdan aşağı). Pilavla arası yok; zaten ben de sevmem. Makarnayı sevmez. Çorbanın belli türünü sever. Su içemez. Taze sebze ile arası yok. Allahtan bir kaç kaşık salata yiyebiliyor. Meyve derseniz hak getire.
Peki ne yer bu adam? Peynir ve margarine bulanmış ekmek... Yani benim, geniş bir kadın olsam, ‘akşama ne pişirsem’ derdim aslında yok. Her akşam önüne ekmek, peynir koysam bir gün şikayet etmez. Hani ‘damat kaynata toprağından olur’ derler ya, benimki de babamın toprağından olmuş. Babama da pilav ve yoğurdu her gün verseniz sesini çıkarmazdı ama o dağ gibi adam şimdi diabetik.

Aynı bir çocuğa yemek yedirmek için yapılan numaralara başvuruyorum resmen. Yemediği gıdaları çorba veya püre halinde çaktırmadan vermeye çalışıyorum ancak her zaman başarılı olmuyor. Fındık fıstık gıbı şeyleri gizli verme şansım sıfır. Bazen de hiç beklemediğim bir anda -ki bu ya yemeğe misafirlerimiz olduğunda ya da biz bir yerde misafir olduğumuzda oluyor- bakıyorum ağzına sürmeyeceği yemeyi kaşık kaşık götürüyor. Aynen bir çocuğa yapar gibi hiç tepki göstermiyorum; yeter ki yesin.

Böyle bir adamın vitamin de almayacağını tahmin edersiniz. Tabii beni tanıyanlar da eksik beslenmesini dengelemek için onun boğazından aşağı vitaminleri zorlayacağımı tahmin ederler. Tabletleri mızıldana mızıldana yutardı. Şimdi bir yolunu buldum ve çok mutluyum. Tesadüfen suda çözülen türden vitaminler aldım. Ona vermeyecektim ama yine de kendime bakıp onu ihmal etmiş olmayı vicdanım kabul etmediği için bir tablet ziyan etmek pahasına verdim. Sonuç? Bayıldı! Hayır gerçek anlamda değil. İçecek formunda vitamine bayıldı benim adam. Şimdi vitamin saatini dört gözle bekliyor. Artık ona nasıl vitamin içereceğimi bulduğum için çok mutluyum. Böylece su da içmiş oluyor. Bir taşla iki kuş! 

Vallahi şakası yok bu işin. Aynen böyle oluyor. Kocanız varsa çocuğa ihtiyacınız var mı?

Friday, February 13, 2009

KOCANIZ SİZİ KİMİNLE ALDATSIN İSTERSİNİZ?

Bir süredir DVD’den, eski bir BBC dizisini izliyoruz, “Bed Time Stories (Yatma Vakti Hikayeleri)”. Üç tane birbirine bitişik evin, yine birbirine bitişik yatak odalarında, yatma vakti konuşulanları dinleyerek hayatlarının genelini anlamaya çalışıyoruz kahramanların.
Evlerden biri 30’lu yaşlarının başlarında bir çifte ait. 6 aylık da bir bebekleri var. Kadını hep yatak odasında pijamaları ve hayatından bezmiş hali ile görüyoruz. Bebek hayatından çok şey götürmüş.
Koca ise odaya hep işten direkt geliyor. “Demek ki uzun saatler çalışıyor” diyorum. İlk beş bölüm boyunca konuşmalar hep aynı konu üzerinde dönüyor. Kadın kocasının kendisini iş yerindeki bir kadın ile aldattığına inanıyor. Konuşmalardan bu konunun daha önce çok sorun yarattığını, kadının psikolojik tedavi gördüğünü ve teşhisin, “hamilelik sonrası depresyona bağlı paranoya” olduğunu anlıyoruz. Kadıncağız ne kadar uğraşsa da kendini şüphelenmekten alamıyor.
Koca ise ne kadar masum görünüp “vallahi kimse yok. Sen yine paranoya yapıyorsun” dese de arada yaptığı telefon konuşmaları içimize kurt düşürüyor. Bir de sürekli, olur olmaz saatte arayan Graham adında bir patronu var.
Kadın hızını alamayıp kocasının iş arkadaşlarına bir yemek veriyor ve iki arada bir derede, şüphelendiği kadını kenara çekip direkt “kocamla yatıyor musun?” diye soruyor. Bizim kadının psikolojik durumu herkesçe malum ki, suçlanan kadın gayet sakin “hayır” diyor. Bizimki de rahatlıyor ancak şüpheler tekrar saldırıyor. O değilse başkası ama ille de biri var diye paralıyor kendini. Adam da aynı şekilde “yok” diye ciddi bir savunmada. Bir kadın olarak kadını anlamaya çalışıyor ve bir bebekle eve hapsolmuş hali ile empati kurmaya uğraşıyorum. Bir taraftan da kocasına bu kadar yüklenerek evliliğini tehlikeye attığı için kızıyorum.

Derken son bölüm... Koca eve geldiğinde bizim kadının elinde bir biberon var. Kocasına hevesle “bu gün düşündüm ve paranoya yaptığıma karar verdim. O nedenle bebek biberona alışır alışmaz ilaç almaya başlayacağım. Birisi olduğunu fikrini kafamdan atmam lazım, çünkü birisi yok”. İşte orada yıkıcı darbe gelir; koca “hayır birisi var” der.
Kadın gibi ben de şoktayım, çünkü kadının paranoyak olmasını tercih ederdim. Kadının ilk sorusu doğal olarak “kim? Melisa mı?”. “Hayır”. “Ofisteki başka bir kadın?” . “Hayır”. “Peki kim o zaman?”
Bu sorunun cevabı daha da trajik; “Graham!”. Hani şu zırt pırt arayan patron vardı ya, işte o! Tuhaf bir rahatlama yaşıyorum ve hatırıma bir kaç arkadaşımın benzer anıları geliveriyor. Bir duygu fırtınası var orada. Ne hissettiğine karar vereme, daha doğrusu hissettiklerinin uygun olup olmadığına ilişkin bir karkagaşa var.
Kadın kahramanımızın ilk sözleri “iyi. En azından hasta olmadığımı öğrenmiş oldum.Demek ki paranoyak değilmişim” oluyor ve haklı olarak pozitif bir sonuç çıkarmaya çalışıyor bu durumdan. Koca “hayır” diyor, “bu olay son 3 gündür var. Ben de kendimi yeni keşfettim. Yani sen daha önce paranoya yaptın”.
Kendimi hemcinsimin yerine koyup hissetmeye çalışıyorum. Öncelikle koca karısını bir başka kadınla aldatmamış, yani karısı ile ilgili bir sorun yok. Yaniiii, kadın hatalı değil. Kimse kalkıp da ona “kocanı kaçırdın çaçaron!” gibi laflar edemez. Kadını n bu durumda kocasını elinde tutabilme imkanı ayın kırmızı doğması kadar olası. Kadının yaptığı veya yapmadığı hiç bir şey bu duruma sebep olmamış. Kadın suçsuz yani. Anlaştık mı?!
Bir de fark ettim ki kadın kendini böyle bir durumda çok daha güçlü hisseder çünkü kendisinden kaynaklanan bir sebeple yuvası yıkılmadığından öyle ayılıp bayılıp bunalımlara da giremeyecektir. Hakikaten şöyle bir hayal edin bakın, kocanızın sizi başka bir kadın için terk etmesi ile başka bir erkek için terk etmesi arasında ne kadar fark var. Siz hayatınızı başka kadınlarla rekabet ederek geçirmişsiniz. Rakibiniz hiç bir zaman bir erkek olmamış ki mağlup hissedesiniz. Kendinize “ben ne yaptım?” sorusunu sorabilme hakkınız otomatik olarak elinizden alındığından kendinizi sefil edebilme potansiyelini z de zayıf.
Bir zamanlar bir arkadaş çok sevdiği ve çok iyi anlaştığını düşündüğü kocası kendisini terk edince çok üzülmüştü. Adam, istediği hayatın bu olmadığına, tek başına, teknelerde, denizlerde, sorumsuz ve tek başına bir hayat istediğine karar vermiş. İşini, eviniı ve hatta giysilerini bırakıp doğaya göçmüş. Ortada bir kadın filan yok. Dedim “niye üzüyorsun kendini bu kadar? En azından başka bir kadın için terk etmemiş seni. Sorun onda, sende değil. Senden kaynaklanan bir durum değil ki bu, dolayısı ile değiştirebileceğin bir şey de yok. O zaman üzülmek niye?”.
Tabii ki doğal olarak hayatın ciddi anlamda değişmesi bir huzursuzluk getirecektir ama bu hiç bir zaman bir başka bir hemcinsimizin bize tercih edilmesi kadar ağır ve yaralayıcı olmayacaktır. Ne dersiniz?