Sunday, June 24, 2007

Ingiliz parlemeterin gözü ile AB'nin Türkiye'ye bakışı

Bir Ingiliz muhazafakar parti milletvekilinin Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesiyle ilgili yorumlarini sizlerle paylaşmak üzere Türkçe’ye çevirdim. Ingilizcesi de metnin sonundadır.

Umarım bazılarımızın anlatmak için kendini parçaladığı gerçekleri bir yabancı parlementerin ağzından okumak fayda edecektir. Bırakalım artık bu sonu hüsran olacak rüyayı. Kendimize daha akılcı, daha sağlam yollar bulalım, eğer derdimiz bir birliğe dahil olmaksa. Bizi isteyen, bizi yücelten ülkelere yanaşalım. Ya da tek başımıza olalım. Zaten tek başımızayız ve çok başına olmak istediklerimiz merhametsiz bir ananın, kucağına yatmaya çalışan çocuğunu iteklemesi gibi itekliyor bizi herkesin gözü önünde. Amaç AB’yi kullanarak ülke içinde reform yapmaksa da başka yollar bulalım. Kolumuz kırılıp yen içinde kalmıyor. Herkes görüyor rezilliğimizi.

Haydi bitsin bu utanç!

Ümran
24 Haziran, 2007, Istanbul

BİR İNGİLİZ PARLEMENTERDEN İLGİNÇ YORUMLAR

Zavallı Türkler her yönden şassızlar. Müslüman inancının simgelerini yasaklasalar faşist; izin verseler köktendinci olacaklar.

Bir kez daha, Avrupa’lı politikacıların, Gladstone’un hos olmayan deyimiyle “Türkleri pılısı pırtısıyla, Avrupa’dan atmak” konusunda kararlı olduklarını görüyoruz. “Her türlü gelişmeyi – cumhurbaşkanı adayının eşinin baş örtüsü üzerindeki muğlak tartışmayı bile- Türkiye’nin AB için başvurusunu ertelemek için bir mazeret olarak kullanacaklardır.

Bir gün bize, Ankara’nın Kürtler için daha fazlasını yapması gerektiği söylenir, başka bir gün Kıbrıs konusunda yaygaracı olduğu, bir başka gün ise 1915 Ermeni katliamı için yerlerde sürünmesi gerektiği. Bütün bu itirazlar temelsiz değildirler, fakat Türkiye’ye diğer üyelerden ne kadar farklı muamele yapıldığını görmek çarpıcıdır. Hiç kimse Belçika’dan Kongo’da yaptıkları ile yüzleşmesini veya Fransa’dan Cezair için özür dilemesini istemez.

Ankara özellikle Kıbrıs konusunda mağdur durumdadır ve haklıdır da; Kıbrıs’lı Türkler AB’nin birleşme teklifini oylayarak kabul ettiler, fakat ondan beri izole edildiler; Kıbrıs’lı Rumlar red oyu verdiler, fakat kucaklandılar. Bazı Türk korkulu tartışmalar tamamen aptalca. Geçen ay AB Parlementerleri Ankara’ya, politikaya daha fazla kadın sokmaları konusunda efelendiler- Türkiye ilk kadın başbakanını 14 yıl önce seçmiş olmasına ve 27 AB üyesinden sadece 18 tanesi bu güne kadar bir kadın tarafından yönetilmiş olmasına rağmen.

Sorun, Brüksel’in gerçek itirazını net olarak ortaya koymaması- ki o da basit olarak çok sayıda Türk nüfusun olmasıdır. Yeniden ısıtılmış AB anayasasına göre oy ağırlıkları nüfusa göre belirleniyor. Türkiye hali hazırda Almanya dışında tüm ülkelerden daha büyük, ve Avrupa küçülürken Türkiye artıyor. AB liderleri, kıtalarının liderliğini iddialı, vatansever Müslüman bir millete teslim etmemekte kararlılar: Biliyorlar ki bu Avrupa federalizminin sonu olur.

Fransa ve Avusturya, Türkiye’nin kabulu konusunda referandum sözü verdiler, kamuoyu değerlendirmeleri de sırasıyla %70-80 “hayır” gösterdiğine göre, durum öyle olacak. Fakat hiç kimse bunu söylemek istemiyor. Ve böylece, Avrupa liderleri parmaklarini arkalarında çaprazlayıp (yalan söyleme işaretidir) ve er geç bir üyelikten söz ederken ve reformcu Türkler, üyeliğe hazırlık görüntüsü altında milli serbestleşme kriterlerini uygulabilmek için onlara inanmış gibi davranırken, bir sessiz sinema oyunu devam ediyor .

Baştan “hayır” denebilirdi. Türkleri bir on yıl daha süründürmek, dış politikalarını onları küçük düşürecek şekilde değiştirmeleri için üzerlerinde baskı kurmak, hukuk sistemlerini yeniden yapılandırtmak, 10,000 sayfa AB kuralını zorlamak ve sonra- /sonra/- onlara hareket çekmek çok daha kötü.

AB, korkuyle eşleştirdiği şeyi yaratma riskini alıyor: kapı eşiğinde dışlanmış bir Müslüman nüfus. Türkler geleneksel olarak bölgede bizim en güçlü müttefiğimiz oldular. Avrupa’nın cenahlarını önce Bolşevizme ve şimdi de İslamizme karşı 90 yıldır korumaktalar. Bundan daha iyisini hak ediyorlar.
Daniel Hannah, Muhafazakar Parti, Güney Doğu İngiltere Milletvekilidir

INTERESTING COMMENTS FROM A BRITISH MP
The poor Turks are damned either way. If they ban the symbols of Muslim devotion, they're fascists; if they allow them, they're fundamentalists.Once again, we see Europe's politicians determined, in Gladstone 's unhappy phrase, "to turn the Turk, bag and baggage, out of Europe ." They will seize on any development - even an abstruse row about the presidential nominee's wife's headscarf - as an excuse to defer Turkey 's application for EU membership.
One day we are told that Ankara needs to do more for its Kurds, the next that it is being obstreperous over Cyprus , the next that it should grovel about the 1915 Armenian massacres. Not all these objections are baseless, but it is striking to see how differently Turkey is being treated from other members. No one asks the Belgians to face up to what they did in the Congo , or the French to apologise for Algeria .
Ankara is especially aggrieved about Cyprus , and with reason: Turkish Cypriots voted to accept the EU's reunification deal, but have since been isolated; Greek Cypriots voted to reject it, but have been embraced. Some Turkosceptic arguments are plain silly. Last month, MEPs hectored Ankara about getting more women into politics - this despite the fact that Turkey elected its first female head of government 14 years ago, while 18 out of the 27 EU members have never been led by a woman.

The trouble is that Brussels won't come clean about its real objection which is, quite simply, that there are too many Turks. Under the reheated EU constitution, voting weights are to be determined by population. Turkey is already larger than every state except Germany ; and, while Europe is shrinking, Turkey is teeming. EU leaders are determined not to hand the leadership of their Continent to an assertive, patriotic Muslim nation: they know it would mean an end to Euro-federalism. France and Austria have promised referendums on Turkish accession and, since opinion polls suggest "No" votes of 70 and 80 per cent respectively, that would seem to be that. But no one wants to say so. And so the charade continues, with EU leaders crossing their fingers behind their backs and canting about eventual membership, while reformist Turks pretend to believe them so as to be able to carry out a measure of domestic liberalisation under the guise of preparing for membership. It would have been one thing to say "No" at the outset.

How much worse to string Turks along for perhaps another ten years, imposing humiliating foreign policy climbdowns on them, making them restructure their legal system, forcing 10,000 pages of EU rules on them and then - /then/- flicking two fingers at them. The EU risks creating the thing it purports to fear: a snarling, alienated Muslim population on its doorstep. Turk have traditionally been our strongest allies in the region. They guarded Europe 's flank for 90 years, first against Bolshevism and now against Islamism. They deserve better than this.
Daniel Hannan is a Conservative MP for South East England

Thursday, June 14, 2007

TURKIYE AVRUPA’DA ISIN NE?

Bu yaziyi alelacele, Turkce karakter bulmaya calismadan yaziyorum. Zira hakarete ugramis bir milletin bireyi olarak su anda kizginim.

Sayin Sarkozy “Turkiye’nin Avrupa Birligi’nde yeri yok” demis. Bak! Bak! Bak!! Merak edenler okusun baksin. Parcaladigi baska edebiyati tercume etmeye gerek yok. http://euobserver. com/9/24260/ ?rk=1 Ustelik galiba annesi de Osmanli tarafindan korunmaya alinmis bir Yahudi ailesinden. Nedir bilmem ama aksam haberlerde tavirlarini izledigimde hic de akli selim bir adam izlenimi uyandirmadi ben de. Ayrica Fransizlar’a tesekkur borcluyuz cunku acikca soyluyorlar niyetlerini ve dolayisi ile digerlerininkini. Saniyor muyuz ki diger ulkeler ayni fikirde olmasalar Fransa’ya bu sozleri soyletirler? Iyi polis, kotu polis basari ile oynaniyor. Biz hala onumuze konan uydurma sorunlari cozecegiz de iceri girecegiz diye gobek catlatalim.
Adam hakli da kardesim! O kadar gozumuze soktular, avaz avaz bagirdilar “sizi istemiyoruz! Siz Muslumansiniz” diye ama biz inatla kapilarinda dilenip rezil ediyoruz kendimizi. Neymis; standartlarimizi yukseltecekmisiz! Standartlarimizin yukselmesi gerektigini biliyoruzsak nereye yukselmesi gerektiginiz de biliyoruz demektir. Buna yapabilmek icin ille Avrupa tarafindan tokatlanmamiz mi lazim? Ustune bir de para veriyoruz ama her seyi cok bilen politikacilarimiz ve burokratlarimizin cogu Ingilizce konusamadigi icin verdiklerimizin karsiligini alabilecegimiz projeleri kaciriyoruz. Peki ne icin para odemis oluyoruz? Hakarete maruz kalip, rezil olmak icin!

Onsan sonra da “adamlar ilimli Islami destekliyorlar” diye saf saf siritip kendimizi bir is yapmis zannediyoruz. Basimizin uzerinde dolasmakta olan beladan haberimizin olmamasi icin ya cok saf ya da cok aptal olmamiz lazim.

Ille de bir birlige gireceksek bulalim baska bir birlik. Hatta kendi birligimizi yaratalim Turki Cumhuriyetleri ile. Avrupa ve Amerika onlari kanatlari altina almak icin cirpinirken bizim onlara arka donmemiz pek anlasilir bir durum degil. Tabii buyuk babamiz boyle emretmediyse!

Haydi artik vatani satmaktan, milleti rezil etmekten vazgecelim, yuzumuzu gercek dostlara donelim. Gercek dost bulamiyorsak da kendi kendimize yetmenin yollarini arayalim. Assagilandigimiz yeti gari!!

Adamlarin gizli mesaji acik “Turkiye Avrupa’da isin ne?”

Sunday, May 20, 2007

DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK MÜ YURDU DÖRT BAŞTAN?????

Allah razı olsun aşağıdaki bilgileri bir araya getiren kişiden! Yıllardır bildiğimiz ama eldeki veri ile destekleyemediğimiz bir yaramızdı demiryolu. Bağrımıza vurulmuş bir bıçak yarasıdır ki kanar durur.
Neden Marshall yardımının demiryollarımızı yok etmeye yönelik olduğunu kaç kişi düşünmüştür acaba ve kaç politikacı bu yanlıştan dönmeye çalışmıştır? Sorun değil; nasılsa Türk ha bire doğuruyor; bir kısmı trafik kazasında ölmüş kimin umurunda. Onlar kendi ülkelerinde toplu taşıma için en güvenli ve ekonomik yöntemi kullanırlarken, arabaları, otobüsleri ve kamyonları satabilecekleri ahmaklar lazımdı. Türkiye’nin taşımacılık probleminin çözümünün daha fazla yol yapmak olmadığını anlamak için çok zeki olmaya gerek yok?
Ikinci dünya savaşı sonunda neredeyse dünyanın en zengin ülkesi durumunda olan Turkiye'nin hazinesindeki altın ve dövizi başka nasıl alabilirlerdi ki?! Bizi hızlı bir enflasyona başka nasıl mahkum edip Dünya Bankasını işimize sokabilirlerdi ki? Peki Marshall yardımına gerçekten ihtiyacımız var mıydı acaba? Hakkımızı helal eder miyiz bunları yapanlara? Peki ya onları seçenlere? Nankörlük ederek, kendilerini kurtarmak için savaşmış kişilere sırt dönenlere? Onlar yüzünden çekmiyor muyuz bu cezayı bugün de?
İşte hepsi asağıda verilmiş. Bu yazıyı özellikle karaterlerini düzelterek ve kendi yorumlarımı mavi renkle ekleyerek, bloguma koyuyorum ki kaybolmasın. İhtiyaç duyulduğunda arayan kolayca bulsun, çünkü çok değerli bir araştırmanın sonuçları bunlar. Bunu bir vatani görev sayıyorum. Keşke hazırlayan kişinin de adı olsaydı. Ne yazik ki bu tür mailleri gönderirken, gereksiz kişilerin isimlerini silmezken gerekli olanı siliyorlar.
Ümran Altunkaya
19 Mayıs 2007, Istanbul
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazıyı çocuklarınıza okutun ve/veya okumaları için saklayın. Varliklarını koruyabilmenin, buradaki özet bilgileri önemsemelerinden geçtigini de vurgulayın. KARA, DEMİR VE HATTA DENİZYOLU *Türkiye'de demiryolu yerine karayolu taşımacılığının tercih edilmesinin, ABD'nin yaptığı Marshal yardımının bir şartı oldugunu (Marshall yardımına ne kadar ihtiyacımız vardı ve neden böyle bir şart kondu?), *Türkiye'de %95 olan karayolu taşımacılığı payının; ABD'de %43 oldugunu, (St,tse.mart 2002 ) *Türkiye'nin ulaşım ana planının olmadığını, *2050 yılında, Japon uzmanların yaptığı çalışmaya göre, Ankara-Istanbul arasında yılda 60 milyon yolcu taşınacağını (hangi otobüsle ve hangi otoyolda?), *Mevcut durumdaki, Ankara-Istanbul demiryolu hattının Abdülhamit zamanında 725 km olarak yapılmış olduğunu, *Abdülhamit zamanında yapılan demiryolunun, yolu yapan yabancı şirketler tarafından, demiryolunun geçtiği yerlerdeki maden imtiyazı hakkından yararlanmak için bilinçli olarak uzatıldığını, Atatürk'ün 1936 yılında bu yolun düzeltilmesini istediğini (emperyalist devletler her sömürgelerinde aynı taktiği uygulamışlardır), *Istanbul, Ankara arasında elektrikli tren projesinin 1959 yılında hazırlandığını, *1976 yılında Demirel tarafından 411 km olarak ihalesi yapılan Ankara-Ýstanbul Hızlı Tren hattının % 40'ının tamamlandığını, ancak bunun bitirilmesinin engellendiğini, Mesut Yılmaz'ın "bu hattı tamamlamayacağız" diye bir açıklaması olduğunu ve iktidar olduğu yıllarda da bu hattın tamamlanması için çalışma yaptırmadığını, *8 Haziran 2003 tarihinde, AKP'nin Ankara-Istanbul hızlı tren hattını tamamlamak yerine, Abdülhamit zamanından kalan 725 km lik hattı modernize edecek şekilde Alarko ile ortak Ispanyol şirketiyle bir anlaşma imzaladığını, *Bu hattın Ankara-Eskişehir arası için 600 milyon dolarlık bir harcama yapılacağını ve bu projenin hızlı tren ile bir ilgisi olmadığını,aksine hızlı treni engellemek için bir aldatmaca olduğunu, *Ankara-Istanbul arasında, Prof. Dr. Ilyas Yılmazer'in bir elektrikli demiryolu projesi hazırlamış olduğunu; bu projeye göre 395 Km olacak demiryolunun, boru tipi türbin ile Mudurnu çayından elde edilecek elektrikle,yani bedava enerjiyle çalışacağını ve bu bedava enerjiyle günde 96 sefer yapılabileceğini (yabancı ülkelere teknoloji ve çözüm uygulaması görmeye giden siyasilerimiz nereye bakıyorlar acaba?), *Atatürk zamanında 4.075 km demiryolu yapıldığını, bundan sonraki 65 yılda ise sadece 1.510 km demiryolu yapılabildiğini, *1950 yılında %50 oranında olan demiryolu taşımacılığının, 2003 yılında %5 e düştüğünü, *Tokyo'da yüksek hızlı trenlerin (200 km/s), 1964 yılında çalışmaya başladığını ve bugüne kadar bu trenlerin hiç kaza yapmadığını (bizimki kaza yaptı ve hızlı tren hülyası bitti), *Izmir-Denizli arasının (300 km) 27 yıl önce otobüsle 5, trenle 6 saat, günümüzde ise bu mesafenin otobüsle 3,5 saat, trenle yine 6 saat (ort. hız 50 km /saat) olduğunu, *ABD, Fransa ve Japonya'da 450 km/s hız yapan trenlerin hava yolu taşımacılığıyla rekabet ettiklerini, (St,TSE.mart 2002 ) *Artık 600 km hız yapan elektrikli trenlerin kullanılmaya başlandığını, 800 km hız yapan elektrikli trenlerin ise deneme aşamasında olduğunu, *Türkiye'de yılda 10-12 bin kişinin trafik kazalarında öldüğünü, (St, tse.mart 2002 ) *Türkiye'de % 7 si trenle yapılan taşımacılığın, elektrikli trenle yapılan taşıma olarak %30 çıkarılması durumunda, yıllık 36 milyar dolar tasarruf edileceğini, (Prof. Dr. Atıf Ural), (Tasarruf dış borcu ödemek yani daha az bağımlı demek olur. Haşaaa!!) *AKP'nin acil eylem planında söz konusu olan 15 bin km yolun yapılabilirlik (fizibilite) çalışmasının, jeolojik ve jeofizik etütlerinin, şehir içi geçiş planlarının, bilimsel değerlendirmesinin olmadığını, (Prof. Dr. Atıf Ural) ,(şimdiki başbakan RTE'nin, seçilebilmek için verdiği 2 vaadinden biri, 15 bin km "duble" yol yapmak idi ve seçildi. (Bu nedenle bu yazıyı çocuklarınıza mutlaka saklayın. ) *Tarsus-Adana-Gaziantep arasında yapılan otoyolun, keşif bedelinin 360 milyon dolar, keşif uzunluğunun 243 km, öngörülen bitiş tarihinin 1991 yılı olduğunu, ancak bu yolun 258 km olarak, 2001 yılında 4,2 milyar dolara bitirildiğini, (Doç. Dr. İlyas Yılmazer) *Otoyolların geçtiği alanların, on kilometre sağ ve on kilometre solunun, kirlilik nedeniyle tarım alanı olmaktan çıktığını (amaç zaten Türkiye’ye tarım ürünü satmak. 150 çeşit olan Türk domatesi artık yok), *Türkiye'nin en verimli ovalarından biri olan İzmir, Menemen Ovasının ortasından, otoyol geçirmek için proje hazırlandığını, otoyolun ovanın 4 bin dönüm arazisini yok edeceğini. *Otoyolların verimli ovalar içinden geçirilmesinin Türk tarımını yok etme planının bir parçası olduğunu (böylece, kendi kendine yetebilen bir tarım ülkesi iken tarım ürünü için dışa bağımlı bir ülke haline getirildik), *Ovanın içinden geçen karayolları kenarlarındaki bağlardan ihraç edilen üzümlerin, zararlı madde bulunduruyor olmaları nedeniyle geri iade edildiğini (ama onlar iç pazara sunulur çünkü Türk’e bir şey olmaz!), *Taşımacılığını %95 oranında karayolu ile yapan Türkiye'nin, kaza sayısı sırlamasında 195 ülke arasında 12. olduğunu, *Trafik kazalarının 4 yıllık zararının, 25 trilyon olduğunu, (2002) (ne kadar çok araba telef olursa o kadar daha yenisini satın alırız. İnsan hayatının önemi yok)*Yüksek hızlı demiryolunun km maliyetinin 1.4 milyon dolar, ömrünün 30 yıl ; bölünmüş yolun km maliyetinin 1.5 milyon dolar, ömrünün 15 yıl olduğunu, (Prof. Dr. İlyas Yılmazer) *Ankara-İstanbul arasındaki yolda yapılan Bolu Tüneli'ne (25 km) harcanan parayla, Ankara-İstanbul arasını 1,5 saate indirecek demir yolu yapılabileceğini, bu demiryolunun tüm enerji ihtiyacının, Mudurnu çayından karşılanabileceğini, ( Prof. Dr. İlyas Yılmazer) *Bolu tünelinin Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde olduğunu, trilyonlarca para harcanan bu tünelin soğuk hava deposu olarak kullanılacağını, *Türkiye'de Avrupa'daki toplam sayıdan daha fazla otobüs ve kamyon olduğunu, *Avrupa ülkelerinde, elektrikli trenle yük tağımacılığının en düşük olduğu ülkede, bu oranın % 60 , yolcu taşımacılığında ise en düşük oranın % 80 olduğunu, *1 km karayoluna yapılacak harcamayla 5 km demiryolu yapılacağını, *Karayolunda 5 ila 10 birim harcanarak taşınan yükün, demiryolunda 1 birim harcanarak taşındığını, *Demiryolu ulaşımının, komünist ülkelerin tercihi olduğunu öne süren Özal'ın Türkiye'de cumhurbaşkanlığı yaptığını, *Gaziantep-Adana arasında 4,5 milyar dolara yapılmış olan çift yolun, günde 25 bin araç trafiği için ekonomik olduğunu, ancak bu yolda günde sadece 2.500 araç trafiği olduğunu, *Istanbul-Ankara arasını 3 saat, Ankara-Mersin arasını da 3 saatte alacak olan bir demiryolu yapılsa, bunun maliyetinin 4 milyar dolar olacağını, (Bu hattın sıradan bir hat olmayıp, Türkiye'yi besleyen sebze ve meyve seralarının "atar damarý" olduğunu ve "maliyetleri" bu yolun belirlediğini, dümdüz Konya ovasını aşan elektrikli trenlerin soğuk havalı vagon katarlarının Avrupa'ya ulaştıklarını düşünün...) *Batı'dan Hopa'ya bir TIR'ın 3 bin dolar, bir vagonun 2.500 dolar taşıma ücreti aldığını, bir vagonun ise 3 TIR'ın taşıdığı yükü taşıdığını, (2003)
*Japonların yaptığı araştırmaya göre, karayolu taşımacılığının, deniz yoluna göre % 166 daha pahalı olduğunu, (St, tse.mart 2002 ), (ülkemizin 3 tarafı deniz miydi?)
*Ülkemizde, deniz yolunun yük taşımacılığındaki payının % 0.3 olduğunu, (2002) *300 milyar dolar olan dünya deniz taşımacılığından, Yunanistan 60 milyar dolar pay alırken, bizim ise 2,5 milyar dolar dahi pay alamadığımızı, (eeee, Yunanistan’ın denizi daha fazla tabii)*Ulaşım, enerji, eğitim gibi temel politikaları yanlış olan bir ülkenin kalkınamayacağını, (ve doğal olarak şöyle ya da böyle "yok olmaya" doğru sürükleneceğini, ama bunu asla hak etmediğini...)
BİLİYOR MUYDUNUZ ?!!
ŞİMDİ ÖĞRENDİNİZ... NE YAPACAKSINIZ???

Monday, April 16, 2007

DİN Mİ, VATAN MI?

Üzgündüm dün; tarihimizin en önemli olaylarından birine katılamamıştım sağlık nedeni ile ama yüreğim orada kalmıştı. Yüzbinler, aba altından sopa göstermelere, yıldırmalara, basının taraflılığına aldırmadan akın etti Ankara’ya.

Dua ettim; inşallah kimsenin kılına zarar gelmez diye. Nitekim öyle oldu. Bu durum herkes için çok olumlu bir sonuçtur. Aksi olsaydı bu ülkenin Irak’tan farkı kalmazdı.

“Madem ki gidemiyorum bari buradan bir şeyler yapayım” dedim. Ne yazık ki TV kanallarından sadece KanalTurk gösteriyordu canlı yayın olarak. Ben de bu kanalı izleme ihtimali olmayanlara cep telefonumdan mesaj atıp kanalı izlemelerini istedim. İlk tepki iktidar partisi destekçisi kuzenimden geldi. Beklediğim gibi... Neden izlemesini istemişim? CHP daha mı iyiymiş?!

İşte sorun burada. Ne yazık ki bir grup olayı sadece solcuların düzenlediği bir eylem gibi görüyor. Şu andaki durumdan rahatsız olan daha geniş bir kitle olmasına rağmen bu mitingi bir vatan kurtarma eylemi değil de solcu ve dolayısı ile modern!! halkın girişimi olarak gördüklerinden sessiz kaldılar.

Dünkü mitingde amaç neydi; halkı emperyalizme karşı uyarmak. Yoksa bazı kesimlerin sandığı gibi, Islamiyete, dine karşı yapılmış bir başkaldırı değildir. Bizi şu ana zaten bu zihniyet getirmiştir. “Din elden gidiyor!” feryatları ile, vatanımızı ileri götürmek yerine, hilafeti geri getirme kaygısına düşenlerdir bu durumun sorumluluları. Dış mihraklarca yaratılan din ve mezhep kavgalarına kananlardır bunların sorumlusu. Din hür kişinin hür vicdanındadır. Bu nedenledir ki Atatürk din ve devlet işlerinin ayrılmasını şart koşmuştur. Laiklik budur, dinsizlik değildir. Kimseye dinini ifa etmede zorluk çıkarılmamıştır. Kaç tane camii kapatılmıştır Türkiye’de? Bildiğim kadarı ile hiç! Tam tersine rakamlar göstermektedir ki ülkemizde okul ve hastane yokken veya bu kurumlar bakımsızlıktan çürürken, vatandaşın bağışları ile camilerin sayısı hızla artmaktadır. Üstelik de cemaati olmayan camiiler. Niye? Çünkü cemaat de bölünmüş. Kimse kimsenin camiisinde ibadet etmek istemiyor, kendi camiisini yapıyor. Kendi dindaşına ibadet edilecek yer konusunda bile hoşgörülü olamayan bu insanlar birbirlerine Müslümanlık ve cennetlik insan konusunda fetva veriyor. Nefsine söz geçiremeyenler başkalarına söz geçiriyorlar. Onalr da o sözleri dinliyorlar ya!

Okuma yazma bilen herkes Kur-an’ı açıp okuyarak dinini öğrenebilir. Din birilerinin koyduğu kurallara ve yorumlarına göre olmaz. Kuralı koyan koymuş. Açar okur öğrenirsin. Tabii o kadarlık eğitimin varsa. Neden görülmez ki Müslümanların eğitimsiz olması bir tesadüf değildir. Aramıza sızmış olan, kendini iyi Müslüman göstererek İslamiyeti çarpıtmış olanları biliyoruz. Araplara Vahabi mezhebini kurup kabul ettirenler nelere muktedir değillerdir? Müslümanlar eğitimsiz kaldıkları ve özellikle kadınlarını eğitmedikleri sürece terörist damgasını yemeye ve başkalarının kışkırtmalarına kanmaya mahkumdurlar.

Kendini başkasının güdümüne bırakmak Allah’ın verdiği akla ve indirdiği kitaba hakarettir. O kitap, yaşayanlar nasıl ahlaklı olunacağını öğrensin diye indirilmiştir, yoksa bazı uyanıklar onu kullanarak başkalarını yönetsin diye değil. Dinini başkalarının eline birakanların, vatanlarını başkalarının eline bırakması bu durumda pek de şaşırtıcı olmuyor. Farklı yorumlar varsa hoşgörü gerekir. Ben cehennemliksem bu benim sorunumdur, başkasını ilgilendirmez. Kimse davranışına dini sebep göstermesin. Allah kimsenin eline vekalet vermemiş “git benim adima hareket et” diye.

Özellikle yurt dışında yaşayan bizlerin gözüne gözüne sokuluyor ki bu iktidar ne yazık ki güdümlüdür. İktidardaki şahısların iyi niyetine bir şey demek hakkım yoktur. Tanımam etmem, ama dış mihrakların güdümünde olduklarını görmemek için ya cahil ya da vurdumduymaz olmak lazım.

Öğrendim ki Fazilet Particiler de iktidarın Amerika ve AB güdümünde olduğunu düşünüyor ve Fethullah Gülen’e ABD ajanı gözü ile bakıyorlar. Peki onlardan bu eyleme katılan oldu mu? Bildiğim kadarı ile hayır. Nedeni ise yukarıda anlattıklarım. Onlar Müslüman, diğerleri değil. İşte yine görülüyor ki, İslamiyet başörtüsüne indirgenerek Müslüman toplum bölünmüştür.

Bizi bölen din. Peki hangi din? Bölünen kişilerin hepsinin dahil olduğu, aynı din. Bundan daha trajikomik bir durum düşünülebilir mi? Vatan yok din var! Sanki olmayan vatanda dinlerini ifa edebileceklermiş gibi. Sanki iman insanın kendi hür vicdanında şekil bulup yaşayamazmış da hep toplu halde ve aynı şeklide ibadet edilmeliymiş gibi.

Uyanın baylar, bayanlar! Uyanın! Mesele din meselesi değil, vatan meselesidir. Vatan elden gidiyor haberiniz yok! Neden bu iktidardan öncekileri ABD ve AB desteklemedi de dinci yaklaşımı bu kadar bariz olan bir iktidari destekliyor? “Ilımlı oldukları için” demeyin bana sakın. Hiç bir siyasi tecrübesi olmayan bu insanlar ya iyi niyetlerinin kurbanı oluyorlar ya da bilerek vatanlarını satıyorlar.

Bence Türkiye’de İslami bir yönetim destekleniyor ki ileride “İslami tehdit var!” nidaları ile aynen Irak’ı işgal edebildikleri gibi bizi de işgal edebilsinler. Onlara bir mazeret lazım. Biz de bu mazereti yılardır işlenmiş bir tezgahta, güzelce ellerine veriyoruz. Dinini doğru dürüst bilmeyen din düşmanları ve yine dinini yanlış yorumlayan (ya da yorumlayanı dinleyen) aşırı İslamcılar sorumludur bu işten. Herkes oyuna geldi ve oyunu aynen istendiği gibi oynadı.

Baksanıza demokratik basınımıza! Böylesine önemli bir olayı görmezden gelmeye ve bastırmaya çalıştı. İnanılır gibi değil. Bir zamanlar “irtica geliyor” diye feryatlar atan bu basına ne oldu da birden hepsi dindar kesildi? Nedir onların ceplerini dolduran (imandan olamaz bu)? Neden böylesine önemli bir eylemi göstermediler? Herhalde onlara da bu eylemin küçük bir sayıyla sınırlı kalacağı bildirildi ki onlar da kayda değer bir kalabalık yok diye önemsemediler, çünkü onlar ancak çoğunluğa ses verirler. Rüzgarın estiği yöne dönerler. Onlara yarayacak kokuyu getiren yöne… Ben Türk basınına çoktandır güvenmiyordum, artık hic güvenmiyorum. Bu basın, bir kaç köşe yazarı haricinde özgür ve tarafsız bir basın değildir ve ne yazık ki ülkemin hayrını gözetmemektedir.

Dün eylemi küçümseyen basın bugün geniş yer vermiş. Neden mi? Çünkü sayının büyük olduğunu gördüler. Rüzgarın başka yönden esme ihtimali olduğunu gördüler ve “çok geçmeden yalakalık yapalım” diyorlar. “Bu kişiler iktidarı kaybederse ortada kalmayalım” telaşındalar. Bir de okuyucuları ve izleyicilerinden fırça yediler. Medya da artık uyansın. Karşılarında uyutabilecekleri bir halk yoktur. Bizi düdüklenecek ve güdülecek bir kitle olarak görmekten vazgeçmeleri bizim elimizde. Bir kaç gün TV kapatma veya gazete almama eylemi yapılsın, bakalım patron kimmiş.

Artık uyuyanların çoğu uyandı gibi görünüyor. Şimdi birlik olma, höşgörü zamanıdır. Bizi bölmeye çalışanları görme, tanıma zamanıdır.

Ümran Altunkaya
15 Nisan 2007
Istanbul

Friday, March 16, 2007

MEMLEKETIM! MEMLEKETIM!

Memleketim, memleketim, memleketim, ne kasketim kaldı senin ora işi ne yollarını taşımış ayakkabım, son mintanın da sırtımda paralandı çoktan, Şile bezindendi. Sen şimdi yalnız saçımın akında, enfarktında yüreğimin, alnımın çizgilerindesin memleketim, memleketim, memleketim... Nazim HikmetPrag, 8 Nisan 1958

Allah Nazım Hikmet gibi vatanına hasret göndermesin kimseyi! Gittim, gördüm ve geri geldim! Benim ayrılığım böyle şiirler yazdırtmadı bana, ama 2 yıllık hasret üzerine yaptığım ve koşturmaca içinde geçen memleket ziyaretim, olmaması gerekenleri görmemi de engellemedi.

2 yıl geçmiş ileriye doğru ancak bizim yukarı ilerleyen iş ve alışveriş merkezlerimiz dışında ileri giden bir seyimiz olmamış. Tabii iyice ilerlemiş trafik problemini saymazsak.

Haa bir de sigara içen sayısında müthiş bir artış var! Medeniyet göstergesi biliyorsunuz! Herkesin ağzında emzik gibi bir sigara. Sanki ellerinde o olmazsa eksik adam oluyorlar. Restoranlarda sigara içilmeyen bölüm icin 2-3 masa ayrılmış. Abartısız!! Ben gelirken daha fazla sigara içilmeyen masa vardı. Taksiciler hala ekmek teknelerinde sigara içiyorlar. Bir kaç tanesini geri çevirince hemen sigarayı attılar “attım abla bak”. Sanki icerideki dumanı da attı anında. O anda içinde bulunduğu aracın kendsine değil müşteriye ait olduğunun bilincinde değil ve olması da kimbilir kaç yıl alır. Artık çok umutlu değilim.

Trafik daha beter olmuş dedim ya... Yeni yollar yapılırsa trafik azalır gibi, pek çok ülkenin deneyip de yanlış olduğu gördüğü bir yaklaşım hakim. İlle kanıtlanmış hatayı tekrar ederek anlayacağız. Belki biz doğru yaparız değil mi? Zavallı Istanbul artık çatlamak üzere ama sesini duyan yok.

Manhattan’a benzemeye çalışan bölgelerde başınızı eğip aşağıya, yola bakmayacaksınız çünkü o zaman Manhattan’da olmadığınızı anlamanız 1 saniye sürmez. Buna da “ayranı yok içmeye, tahteravanla gider helaya” dermiş atalarımız. Sen dik gökdelenleri ama, çevre düzenleme ve yol yapımını devlete bırak. Trafiğin içine et, sonra da belediyeyi suçla. Bir de zeytinyağı gibi üste çıkıp memleketi ilerlettiğinden filan bahset. Yerse!! Yiyor demek ki!

Tabii sevgili belediye yetkililerine de sormak lazım ”kardeşim sen Profilo varken Cevahir’e, Metrocity varken Kanyon’a nasıl ruhsat verirsin?”. Sokaklar araba dolmuş, millet park yeri ve geçiş yüzünden birbirini yiyor hatta vuruyor. Yine sormak lazım bizim belediye yetkililerine ”apartmanların altında daire sayısı kadar otopark olması yasalarca talep edilmişken, neden yok?”. Cevap almayı veya alacağım cevabın mantıklı olmasını beklemiyorum.

Bir kaç kişi bir araya geldiğinde ortalıkta eli silahlar dolaşan canavarlardan bahsediyorlar. Korunma yöntemi de sesini çıkarmamak. Hataya ses çıkarmamanın sonucunu benim söylememe gerek yok.
En acısı da TV karşısında uyutulmak alışkanlığı. TV kanalları dizi kaynıyor. Memleket de dizi müptelası ve dizilerdeki hayatları gerçek sanan hayaletlerle kaynıyor. Para kazanmanın kısa yolunu herkes bulmuş. Çek silahı daya kafaya, ya da kaçır fidye iste. Dizilerde işler öyle dönüyor ya! Çocukların okumak istememesine şaşmamak gerek!

Haber programlarımız ise dehşet! Sürekli kavga halinde bir görüntümüz var. Çoluk çocuk, kadın erkek, herkes birbiri ile kavga ediyor. Düşünüyorum o kadar ülkede TV izledim, burada da sürekli değişik kanalları görüyorum ama bu kadar her haberi kavga ile dolu haber programları yayınlayan kanallar görmedim. Dil bilmenize gerek yok, görüntü çok şey söylüyor. Şimdi bunları görenlere gelin de” Türkiye emniyetli bir ülkedir” deyin bakalım kim inanır? Ellerinde taşlarla mahallenin muhtarlığını taşlayan halkın dehşetli görüntülerini unutamam. Hala ne için taşladıklarını öğrenmiş değilim ancak artık biliyorum ki biz şiddeti sevmeye başlamış bir milletiz. Acil öfke yönetimi lazım.

”Nasıl özlemezsin Istanbul’u” diye soruyorlar. Simit mi: Sevmem ki! Beyaz peynir? Burada alası var. Boğaz? Olabilir. Başka: Gürültü, toz, pislik, kalabalık, hengame! Bunun nesi özlenir? Ben sadece insanları özledim. Güzel insanları! Onlar da burada olsa Istanbul’u hiç özler miyim bilmiyorum. Bildiğim bir tek şey var; güzel ülkemin içine edenlere, ettirenlere ve onu geri götürenlere çok ama çok kızıyorum.

Bu son bir kaç hafta içinde de beni şaşırtan bilgiler edindim, tesadüfen (gerçi tesadüf diye bir şeyin olmadığına inanırım). Israil’de bir kaç yıl görev yaptıktan sonra dönen birinin Filistinlilere atıp tutması beni şaşırttı. Anlattıklarını dinleyince de hak verdim ve üzüldüm. Ona göre Flistin’in içinde bulunduğu durumu kullanıp yardım paraları ile kendilerine lüx bir hayat kurmuş mutlu bir grup var ve onlar için tankların önündeki zavallılar sadece para kaynağı ve hep öyle kalmalılar. Bu negatif duygular beslemek için çok yeterli bir neden.

Başka biri tanıştığı Diyarbakır’lı, 55 yaşlarındaki bir hanımın anlattıklarını anlattı. Nasılsa başka kimseden duymamışız bunları. Diyarbakır’lı hanıma göre Kürt, Türk ayrımından haberdar olmayan bir ilk okul öğrencisi iken dünyaları okullarına gelen yabancı öğretmenlerin açıklamaları ile bölünmüş. Çok iyi Türkçe konuştuklarını söylediği bu öğretmenlerde sınıfa girip öğrencilere; ”sen Türksün, sen Kürtsün. Sen fakirsin çünkü sen Kürtsün, o zengin çünkü o Türk” demişler ve aynı tutumu tenfüslerde birbirleri ile oynamalarını engelleyerek sürdürmüşler. Böylece masum beyinler ayırım ile tanışmış. Yani anlayacağınız plan daha o zamandan uygulamaya konmuş. Benim aklımda kalan soru ise şu ”o öğretmenler kimdi ve onları okullarımıza kim soktu?”. Benzer deneyimi olan başka kişiler var mı acaba?

Herkes ailesinde kurtuluş savaşında kahramanlık yapmış birilerinden bahsederken bizim ailede boyle kahramanlar yok diye üzülürdüm. Meğerse hiç sormamış ve dinlememişim. Yukarıdaki yabancı öğretmen hikayesini anlattığımda babamın kuzeni de başka bir hikaye anlattı. Babamın büyük dayısı savaş sırasında Atatürk dahil cephe komutanlarının özel korumalığını yapmış ve rahmetli İsmet İnönü bizim rahmetli dayıyı yanına almadan Trabzon’da dolaşmazmış. Eh bunun cezasını da tüm sülale Demokrat Parti iktidara geldiğinde çekmiş. Halk partili oldukları için onlara Demokrat dükkanlar mal vermemiş. Araba lastiği alamadıkları için Trabzon’dan Istanbul’a 27 günde gelebilmişler. Kısacası memleketin bir tarafında ”Türk/Kürt” ayırımı yapılırken, diğer taraflarında da ”Demokrat partili, Halk partili” ayırımı yapılmaktaymış. Politik ve ekonomik tarihimizin bir çok noktası ile ilgili eğitim alırken bu sosyolojik sorunlardan kimse bahsetmemişti. Cumhuriyetin kurluşundan bu kadar kısa süre sonra bir milletin bu kadar kolay dağılması akıl alır gibi değil. Bu noktada iki sorum daha var, ”biz bir millet olabilmiş miydik yoksa tehlike karşısında bir süreliğine birleşmiş bir grup muyduk? ve ”bu ayırımları kimler yaptırdı?”

Bir başka arkadaş da bir Fransız yol projesinden bahsetti. Adını hatırlamadığım projeyle Avrupa Halklarını!! birleştirmek için Paris’ten başlayıp, doğu Karadeniz üzerinden Erivan’a ulaşan bir yol inşaatını başlatmışlar. Arkadaşımın sorduğu ”o bülgede hangi Avrupa halkı var acaba?” sorusu şiddetli bir öfkeyle karşılanmış ama cevaplanmamış. Şimdi ben de merak ediyorum orada hangi Avrupa halkı bulunacak diye. Herhalde Alexander’ın izini sürüyorlar. O zaman Hindistan’da da Avrupa halkını bulurlar. Bekleyip göreceğiz. Bakalım Pandora’nın kutusundan ne çıkacak?

Bir de yıllardır çözülememiş bir davamız var İngiltere ile. Bir başka arkadaş getirdi gündeme. Osmanlı 1. Dünya Savaşına girmeden hemen önce İngiltere’ye gemi yapımı için 40.000 altın vermiş. Ardından Almanya yanında savaşa girdiği için o gemi hiç bir zaman yapılmamış ve para da geri ödenmemiş. Savaş sounundan itibaren yapılan geri ödeme talebine İngilizlerin cevabı, “o Osmanlı’nın parasıydı. Siz Osmanlı değilsiniz, başka bir devletsiniz. O nedenle para sizin hakkınız değildir” olmuş ve hala oluyor. Trajikomik bir durum çünkü savaş sonrasında Osmanlı’nın borçlarını ödemeye mahkum edildiğimiz gibi hala Ermeni katliamı iddiası ile Osmanlı döneminde vuku bulmuş bir olayın bedelini ödememiz bekleniyor. Yahu mantık apaçık ortada. Şimdi soru şu; “bu kadar aptal mı görünüyoruz ki göz göre göre bizimle dalga geçiliyor?”
Tabii bunlar görmek ve duymak isteyenler için bilgiler. Ne yazık ki ülkemin insanlarının çoğu bir vurdumduymazlık içinde ki bunu Atamız ”gaflet ve dalalet içinde olmak” olarak tanımlamıştır. TV’lere yapışık, hayal dünyası içinde yaşayan insanlar grubu! Para kazanmak ve harcamanın telaşesi içinde, koltuğuna yapışıp neredeyse evine gitmeyecek, gerçek hayattan bihaber ve multu olmayan bir insanlar grubu... Biz ise burada ülkemizi ve milletimizi tanıtabilmek, haklarını koruyabilmek uğruna kendimizi parçalıyoruz. Ingilizlerin deyimi ile ”who gives a shit!” Aynen böyle baktılar bana insanlar orada. Onlar için daha önemli şeyler var, kazandığı pozisyonu kaybetmemek (ne anlamda olursa olsun), herkesten daha iyi olmak/görünmek gibi. Aileni ve sağlığını ihmal etmek uğruna...

6 haftalık ve çok yoğun geçen bir geziden sonra şimdi, 2. memlekete vasıl oldum ve sabaha karşı konser veren kuşların cıvıltıları ile sakin bir ortama uyanmanın keyfini sürüyorum Londra’da. Huzur var havada! Korna sesleri olmadan, toz kalkmadan, arabalar ve insanlar üzerime çıkmadan yürüyebilmenin keyfini yaşıyorum. TV’de arada bir de olsa düzgün programlar izleyebilmenin keyfini sürüyorum ve soruyorum ”Istanbul’daki kuşlar nereye gittiler? Yoksa ötmeyi mi unuttular? Yoksa, yoksa gürültüden duyulmaz mı oldular artık?”

Ümran Altunkaya
10 Mart 2007
Londra

Friday, January 05, 2007

TUVALET KAĞIDINDAN KİŞİLİK TESTİ

TUVALET KAĞIDINDAN KİŞİLİK TESTİ

Bir rulo tuvalet kağıdının bir kişinin karakterini anlamak için ne kadar önemli bir araç olabileceğini hiç düşündünüz mü? Özellikle de kişinin başkalarına saygılı ve insanları seven biri olup olmadığını anlamak için...

Bazen tuvalete girdiğinizde bitmiş boş bir rulo görürsünüz. Kağıtların yerini bildiği halde, kendi işini halledip öylece bırakıvermiştir boş ruloyu, önceki KİŞİ!

Bazısı daha ileri gidip boş ruloyu çöpe atmıştır ama yeni ruloyu takma görevini bir sonraki kişiye yani ona ihtiyaç duyacak kişiye bırakmıştır. İlginç değil mi? Mantıklı düşünme süreci doğru işlerken birden yarı yolda kesiliyor. Kendi işi hal olmuştur çünkü. Çöpünü bile atmıştır.

Kimisi de yerine hemen yeni bir rulo takar ama yapışkanlı kısmını açmadan. Kendi yaşadıkları ile empati yapamaz çünkü.O ruloyu kullanacak olan bir sonraki kişinin ıslak elle o yapışkanı açmasının ne kadar zor olacağını kendi deneyimlerinden hatırlayamaz.

Kimi de vardır ki yeni bir ruloyu takar ve yapışkanını da açar ve anında kullanılacak halde bırakır. Ortam onun geldiğinde olduğu gibidir ve bir sonrakine de o şekilde bırakmıştır. İşte benim adamım!

Mümkün olsa böyle bir senaryo ile iş görüşmesi bile yaparım.

İşte size çok basit gibi görünen ama kişinin ne kadar insan sevdiği, ne kadar başkalarını düşündüğü ve dolayısı ile ne kadar müşteri odaklı ve saygılı olabileceğini test etmek için bir yöntem. Bakın bakalım kişi hizmet etmeye mi, yoksa hizmet edilmeye mi odaklı? Yönetici mi eleman mı olduğu fark etmez. Herkes müşteri ve herkes satıcıdır sonuçta.

Başka bir test yöntemi de kişinin banyoyu nasıl kullandığıdır. Sizden önceki kişi banyosunu yaptıktan sonra duşu tutup da etrafı temizlememişse sizi bir hizmetçi gibi gördüğüne veya pislikten rahatsız olmadığına emin olabilirsiniz. Ah! Tabii daha ileri gidip, bu kişilerin bazıları kendi bıraktıkları pis yerde banyo yapmazlar. Pistir ya! Bunlar şirketlerde işi karıştırıp sonra “yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali” herkesten çok ver yansın eden tiplerdir.

Hele bu tipler evinizi paylaştığınız kişi veya kişiler ise yandınız. Ya kafayı yiyeceksiniz, ya hizmetçilik yapacaksınız, ya da pis olacaksınız. Başka çareniz yok! Ya onlar değişecek ya da siz, eğer rahat etmek istiyorsanız.

Gördüğünüz gibi hiç akla gelmeyecek bir noktadan nerelere varılabiliyor. Gittiğiniz her yeri bulduğunuzdan daha iyi bırakmaya bakın. Bakın ki ardınızdan gelen oradan sizin geçtiğinizi bilebilsin.