Wednesday, September 03, 2008

ARAPLAR’IN TÜRKLER’LE DERDİ NE?

Fatih Sultan Muhammed kimdir biliyor musunuz? ‘Fatih Sultan’ adini çok iyi tanıyor olmasanız bu soruya cevabınız ‘hayır’ olurdu sanırım. Londra’da çocuklara yönelik İslami video filmleri satan bir dükkandaki bir videonun kapağında gördüm bu ismi. Kapakta Fatih Sultan Mehmet’in çok iyi bildiğimiz at üzerindeki bir resmi vardı. ‘Neden adı böyle yazılmış? Diye alıp arkasını okudum. Arkadaki özette Fatih Sultan Mahmut’un ne kadar önemli bir İslam kahramanı olduğundan ve Konstantinapol’u nasıl Bizans’tan alarak İslam topraklarına kattığından bahsediliyor. Osmanlı olduğu araya sıkıştırılmış. Kaç tane çocuk Konstantinapol’ün bu günkü Istanbul olduğunu bilir? Kac çocuk Osmanlı’nın Türk olduğunu bilir? Buradaki çocukların hiç biri bilmez. Öyleyse neden bu kelime kullanılmış? Bence Türk olduğu anlaşılmasın diye. Yoksa böyle bir açıklama aptallık olur.

Bengladeşli genç bir adam Türk olduğumuzu öğrenince ‘ben bu yıl hacda çok Türk gördüm. Maaşallah Türkler artık İslama dönmeye başladılar’ dedi ve nevrim döndü ama öfkeli çıkış fayda etmez diye alttan almaya ve Türklerin yıllardır hacca gittiğini anlatmaya çalıştım. Adamın gözlerindeki ifade benim kendi halkımı tanımadığımı düşündüğünü gösteriyordu. Sanırısınız ki Mekke’de yıllardır gelen Türk’lerin kaydını tutan o da, o kadar emin konuşuyor.

Lübnan’lı dükkan sahibi Türkiye’yi ne kadar sevdiğinden bahsediyor. ‘Orada kendimi çok rahat hissediyorum. Çok benziyoruz. Müslüman ülke ama bize okulda böyle öğretmemişlerdi’ diyor. ‘Bize okulda Osmanlı’nın kana susamış canavar olduğu, malımızı mülkümüzü sömürdüğü ve bize çok zarar verdiği, Türklerin Müslüman olmadığı anlatıldı. Ne zaman ki Kur’an kursuna gittim, orada hoca bize Osmanlı sayesinde nasıl dinimizi koruduğumuzu ve yaydığımızı anlattı. Varlığımızı Osmanlı’ya borçlu olduğumuzu anlattı’ diye ekliyor. O arada yanında çalışan kız söze atlıyor ‘ama Atatürk dini yasaklamış, kadınların başını zorla açtırmış’. Haydaa!! İş mi yapacağız, millete tarih dersi mi vereceğiz!

Bunu söyleyen ilk Lübnan’lı o değil. 2 yıl önce de yazmıştım. Bir konferansda tanıştığım Dr. Fadi Hakura şevkle Türkiye’nin AB’ye girmesinin Avrupa’ya faydalarını anlatmış ve Türkiye’nin gelişimini övmüştü. Ona göre Türkiye’nin AB’ye girmesinin İslam dünyasına büyük faydası olacaktır. Kendisini istasyonda yakaladığımda sormadan edemedim ‘nasıl oluyor da bir Arap olarak Türkiye’yi övüyorsunuz?’. O zaman da o anlatmıştı ‘ben Kuveyt’de büyüdüm ve okulda bize 3 düşman öğretildi; İsrail, İran ve Türkiye. Ben bir Türk düşmanı olarak büyüdüm taa ki bir araştırma yaparken yanlış bildiğimi öğrenen kadar’. Şimdi Dr. Hakura İngiltere’de TV’lere ‘Türkiye uzmanı’ olarak demeçler veriyor.

Suudi bir kadın anlatıyor ‘ben Türkiye’ye giderken annem beni uyardı. Türkler Müslüman olduklarını sanırlar ama onlar gerçek Müslüman değillerdir dikkatli ol diye. Oysa Istanbul’a geldiğimde manzara bambaşkaydı ve hemen annemi aradım; buradakiler de bizim kadar Müslüman dedim.

Mısır’lı bir bayan müşterim ‘Atatatürk öldü de Türkler kurtuldu. Atatürk’ü Amerika başa getirdi ki İslami ortadan kaldırsın’. Tahmin edeceğiniz gibi kısa bir tarih dersi verdim kendisine ama yıllarca yıkanmış kafasına ne kadar nüfüz etti bilmiyorum. Açıkcası bu tür durumlar için özel bir yaklaşım gerek çünkü ciddi bir önyargıya karşı mücadele var.

Bir süredir, işim nedeni ile İngiltere’deki Müslüman kesimle görüşmelerim oluyor ve bu vesile ile öğrendiklerim ve gözlemlediklerime inanmakta zorlanıyorum. 3 defa Suudi Arabistan’a gitmiş ve 1 yıl Libya’da çalışmış olan babam hep söyler ‘Araplar Türkleri hiç sevmez’ diye ama ben bunu hep abartı ve etkisiz olarak algılayıp üstünde fazla durmamışımdır. Artık gerçek olduğunu biliyorum. Araplar Türkleri sevmiyor ve hatta Müslüman olarak bile görmüyorlar. Babam ve arkadaşları Türkiye’de camii olduğunu göstermek için Türkiye’den resimli kitaplar bile getirtmişler.

Eniştem Arap olduğu için bilirim, gün geçmez ki gazetelerinde Türkiye hakkında bir haber olmasın. Onlar bizim ülkemizin politikasını ve ekonomisini bizden iyi bilirler ve favori hükümetleri dindar olanlardır. AKP’nin kazandığı son seçimi sabaha kadar ağlayarak izleyen Katar’lı bir kadınla bile tanıştım. Kolumu sıkıp beni tebrik etti. Ne durumda kaldığımı düşünün.

Müslüman kesimin organize ettiği fuar türü aktivitelere katılıyorum, ancak henüz başka bir Türk ne müşteri ne de satıcı olarak bu organizasyonlara katılmadı, çünkü bizi kendilerinden görmüyorlar.

Türk kadınlarının tesettür yaklaşımını bile fazla modern bulup, ‘Türk usulü’ diye tanımlayanlar var. İlle onlar gibi etekleriniz yerleri süpürecek sonra o pisliğe bulanmış eteklerle Allah’ın huzurunda namaza duracaksınız. Bir Pakistan’lı kadının dediği gibi ‘Araplara göre kendilerinden başka hiç kimse doğru Müslüman değil’, ama Türkler hiç birine göre Müslüman değil.

Fas’lılar Osmanlı onların ülkesine egemen olamadı diye böbürlenirken, Fransa’nın etkilerini övüçle taşıyorlar.

Şimdi sakın ‘aman Araplar bizi kendilerinden görse ne olur görmese ne olur’ demeyin. En azından dindaşız ve onlarla uzun bir geçmişimiz var. Neden bizi bu kadar yanlış tanısınlar? Neden yok yere düşmanımız olsunlar? Neden İngiltere’ye akan milyonlarca dolarlık Arap turizmi Türkiye’ye akmasın?

Peki neden Araplar Türkleri sevmiyor veya hakkımızda yanlış fikirlere sahipler? Benim kendimce cevaplarım var ama yönlendirme yapmadan yorumu okuyucularıma bırakmak ve bu konuda bir tartışma başlatmak istiyorum.

Friday, August 08, 2008

TOPUK KÖLELERİ

İncecik topuklar üzerinde yaylanıyor bacakları. ‘Ha kırıldı ha kırılcak’ diye endişe ile bakıyorum. Her adımda ya bacağı ya ayakkabının topuğu yaylanıyor.

-Derdin nedir kızım, niye böyle eziyet ediyorsun kendine?, diye soruyorum içimden ve cevap geliyor. Ardından kafamdaki iki ben tartışmaya başlıyorlar.
-Hah!! Sanki sen giymedin mi? Niye olduğunu biliyorsun
-Evet biliyorum. Ya boyunun kısalığından ya da şık ve seksi görünme çabasından. Aman yok şimdi kendime böyle eziyet edemem. Hem ben giyerken böyle yaylanmıyordum. En azından kaldırabilecek kadar topuk giyiyordum.
-O nedenle mi ayaklarında şimdi seni delirten ağrılar var?
- Hmm. Evet ama insan belli bir pozisyonda olunca modayı takip etmek zorunda hissediyor. Yoksa insanlar ona göre davranıyor. Şimdi giymiyorum mesela çünkü gerek yok.
-Ama giyebilseydim isterdin giymeyi, değil mi?
-Belki ama zaten belim rahatsız o kadar yüksekliği kaldıramam. Alıştım rahat ayakkabılar giymeye. Nasıl ayaklarıma eziyet etmişim o kadar yıl. Parmaklarım ezilip, bükülürken o kadar yolu nasıl yürümüşüm. O kadar saat o topuklarla ayakta nasıl ders vermişim. Tabii onlar bana varis ve kemik eğilmesi olarak geri döndüler. Bedenime bu kadar eziyet etmeye ne hakkım varmış?! O zaman bunları düşünmemiş ve el aleme karşı hoş görünmeye çalışmış olmanın bedelini ödüyor şimdi ayaklarım. Bilinç altımızı esir almış modanın kölesi olmanın bedelini ödüyor ayaklarım. Erkeklere nasıl özenirdim rahat ayakkabı giyebiliyorlar diye. Şimdi azıcık ağrıyı, sıkıntıyı kaldıramıyorum. Eskiden kıyafetime göre ayakkabı seçerdim şimdi ayakkabıma göre kıyafet seçiyorum. Bir kıyafet arahtsı edecek ayakkabı gerektiriyorsa hemen vazgeçiyorum. Artık rahatım daha önemli.
-Öyleyse eskileri niye atmıyorsun.
-Kıyamıyorum hepsi çok pahalı ayakkabılar. Belki bir gün giyerim. Hani şöyle kısa süreli bir davette filan.
-Kaç çift ayakkabın var biliyor musun?
-Hayır. Sanırım 50 çiftden fazla. Tabii her renk ve her duruma göre ayakkabı lazımdı. Yüksek topuk, alçak topuk, spor, v.s. Kariyer kadınıydık ya... Bayağı bir servet yatırmışım onlara haa! Gerçi ben çok şanslıydım yine de çünkü bazı arkadaşlarım, eşleri veya erkek arkadaşları öyle istiyor diye veya boyları çok kısa olduğu için sürekli topuklu giyiyorlardı.
-Peki şimdi niye ihtiyac duymuyorsun?
-Hem artık bir ofiste çalışmıyorum, hem de burada insanlar dış görünüşe Türkler kadar önem vermiyor. Önemli olan ayağını değil beynini ve yüreğini neyle donattığın. Aslında suç sadece bende de değildi. Sivri burun modası geldiğinde çok üzülmüştüm. Benim gibi ayağı taraklı olanlar için kabus gibiydi. Evet aslında ben modanın bir kölesiydim. Sivri burunların ve yüksek topukların kölesi. Şimdi de kölelikten kalma yara izlerimle yaşıyorum ve onun için bu önümde yayalanan bacaklara acıyorum. O gidiyor, bense döndüm.

Tuesday, July 29, 2008

BİR YASTIKTA KOCAYIN İNŞALLAH !!??

Bu söz her söylendiğinde hep ‘acaba yeni nesil niye böyle söylendiğini biliyor mu?’ diye merak ederdim. Derken bir açıklama gerekliliğini en son kendi tebriklerimi kabul ederken fark ettim. Bir arkadaş ‘bir yastıkta kocayın. Öyle derlerdi değil mi? Ne demekse?’ deyince geçmişe bir yolculuk yapma gereği ortaya çıktı.

Onun durumunda olanlar ve coktandir simdiki yastiklarda uyumaya alismis olanlar icin bir hatirlatma yapayim. Efendim (yaşlanıyorum galiba) bazilariniz belki hatirlar eskiden uzun uzun yastiklar vardi. Tek kisi icin tek kisilik cift kisi icin cift kisilik boyutlarda olurdu. Hani kenarlarına sarma veya kaneviçe işlenmiş, açıkta kalan kenar kısımları renk renk saten başlıklarla kapatılmış, bonbon şekeri gibi yüklüklerde üst üste sıralanmış, gelin kızın çeyizinin vazgeçilmnez ve sayıya göre zenginlik göstergesi olan, kimi pamuk, kimi yün, hatta bazı fakir yerlerde ot doldurulmus yastıklar... Dini nikah yapılırken gelinin ceyizinde getirdiği yorgan, yatak, hali sayısına eklenen değerli yastıklar... Kız tarafının sayısı ile övündüğü yastıklar... Hatırladınız mı?

İşte bu yastıklarda karı koca bir yastığı paylaşarak uyuduğu için atalarımız ‘bir yastıkta kocayın’, yani ‘küsüp darılıp da ayrı yastıklarda uyumayın, hep sevgi ve mutluluk içinde aynı yastıkta yaşlanın’ anlamında bu sözü söylemişlerdir. Artık TV vasıtası ile hepimizin beynine kazınmış bir görüntüdür; eşine kızan taraf yastığını kapıp odadan çıkar. Tabii bu şimdiki yastıklarla yapılabilen bir harekettir. İşin komik tarafı bu gün kullandığımız tip yastıkların adı, başlangıçta ‘küstüm yastığı’ idi. Tarzını çok iyi açıklayan bir isim değil mi?

Ben açıkcası bu yeni yestıkları ciftleri birbirinden uzaklaştıran unsurlar olarak görüyorum. En basitinden paylaştıkları alanlardan birini kaybetmiş durumdalar. Aynı yastığı paylaşmanın da bir samimiyeti, yakınlaştırıcı etkisi vardı. Belki de bu nedenle Fransızlar hala bu romantik yastık stilini kullanıyorlar.

Her şeyde olduğu gibi medeniyet, eşleri bile yatakta bireyselleştirmeyi başardı. Herkesin ayrı, kişisel bir yastığı var.

Evet artık ‘küstüm yastıkları’nda uyuyoruz ama hala evlenen kişilere ‘bir yastıkta kocayın’ diye dilekte bulunuyoruz, bir yastıkta kocayamayacak olmalarına rağmen. Önemli bir çelişki ama niyet hala aynı. Yoksa artık ‘bir yatakta kocayın’ mı desek, yataklar ayrılana kadar? J

Monday, June 30, 2008

STRES VE İMAN

STRES VE İMAN

İnternet yolu ile bana ulaşan aşağıdaki yazıdaki babanin ettiği sözü cok beğendim. Baba ‘strese girenin imanından şüphe ederim’ demiş. Bir tokat etkisi yaratti bende bu söz.

Hayatımda önemli değişiklikler yapma kararını almamda çok etkili olan bir sözü hatırlattı bana. 2003 yılıydı. O yıl, yıllardan beri beynimi kemiren kurumsal hayata veda edip, her şeye boşverip özgürlüğe yelken açmak ve kendi işimi yapmayı denemek arzusunu gerçekleştirme isteğim had safhaya ulaşmıştı. Stres yaptığım konu ise gelecek endişesi. Bir Türk için çok normal çünkü bizim geleceğimizin tek garantisi kendi kişisel emeğimizle yaptığımız birikimlerdir, eğer çok zengin bir aileniz yok ise. Avrupa’daki gibi devlete güvenerek sırt çantanızı alıp gezmeye gidemezsiniz. İşe artık tahammülüm kalmamış ama kendimi bir bilinmeze de atmaya korkuyorum. Ya olmazsa!? Ya çok kötü durumda kalırsam?!

Bilmeyenler için açıklamayı uygun görüyorum; Ingiltere’deki otel odalarında (en azından 5 yıldızlı olanlarda) mutlaka bir İncil bulunur. O zamana kadar hiç açıp bakmamıştım. O defa otel odasında dinlenirken İncil’li elime aldım ve bastan bir sayfayı açarak okumaya başladım ve bir cümleden sonra okumayı bıraktım çünkü aradığımı bulmuştum. Şimdi cümleyi harfi harfine hatırlamıyorum ama kabaca Hz. İsa takipçilerine şöyle sesleniyordu ‘şu sokak serçelerini görmez misiniz? Onlar endişe ediyorlar mı da siz endişe edersiniz? Onların ekmeğini veren tanrı sizin ekmeğinizi mi vermeyecek?’
Evet benim beklediğim cevap buydu! Tanrıya güven ve kendini ona bırak; ‘Onun her işinde bir hayır vardır’! Ben de öyle yaptım. O günden sonra bana bir rahatlama ve güven geldi. Artık gelecekten korkmamaya ve önüme gelenleri kendim için hayırlı görmeye başladım. O içimdeki güven gerçekten olayları lehime geliştirdi ve ben düşündüğüm tarihten önce işimdem ayrıldım ve hiç planda olmayan bir şekilde İngiltere’ye yerleştim. Hala kendi işimi yapmaya çabalıyorum. Yine stress yaptığım zamanlar oluyor ama kurumsal hayatta yaşadıklarımla kıyaslanamaz. Kazancım bıraktığım maaşımın kıyısından geçemez ama özgürlüğümün bedeli yok.

Bir de evlilik konusu stress faktörüydü. Bekarlığınız sadece sizin veya ailenizin değil tüm cevrenizin sorunudur Türkiye’de ve siz bu konuyu stress yapmaya mecbur edilirsiniz çünkü çok bilmişler bunu bir başarısızlık gibi önünüze serip sürekli hatırlatarak mutluluğunuza engel olmaya çalışırlar. Yıllarca yurt dışında çalışmayı istemememin ardında da ‘çevremi değiştirirsem artık hiç evlenemem fikri’ yatıyordu. En sonunda ‘yeter artık. Belki benim için bekarlık hayırlıdır. Allah’ın her işinde bir hayır vardır. Belki de evlenmemem gerekiyor. Öyleyse niye kendime stress yapıyorum ki?’ deyip omuzu silkip rahata erdiğimde eşimle tanıştım; hem de İngiltere’de!
Demek ki neymiş; yaratana güven gerisini merak etme sen!
:-) Baba çok güzel bir söz etmiş de oğlu manayı tam çıkaramamış gibi geldi bana. "Bir konuda sıkıntıya düşüyorsak Allah'ın o işi bizim lehimize çözeceğine veya Allah'ın bize o konuda yardım edeceğine inanmadiğimiz için imanımızdan şüphe edilir" deseydi babasının sözüne daha yakın olurdu gibime geliyor yoksa çoğunluk imtihan edildiği icin strese girmiyor, bu işi çözemediği veya çözemeyeceğini düşündüğü icin strese giriyor.

Yanılıyor muyum?

Stresle baş etme yöntemleri ile ilgili olaral Brahma Kumaris Derneğinin bu konudaki ücretsiz seminerlerini öneririm.

Umran
London 30 Haziran 2008

... ve işte size bahsettiğim yazı. Sait Beyin değindiği noktalar da stres yaptığımız konularda rahata ermemiz için geçerli sebepler veriyor ama inanan biri değilseniz sizin için üzgünüm. Aksi takdirde faydalı bulacağınıza inanıyorum.
--------------------------
Strese girenin imanından şüphe ederim!'Az' konuşan fakat 'öz'konuşan büyükler vardır. Babam da bunlardan biridir. Çok sık bir arada olamadığımız için benim için bu 'öz' konuşmalar daha kısa olur. Bir kaç yıl önce öyle bir laf söyledi ki sustum kaldım. Uzun süre kafamıniçinde dolandı söylediði cümle. 'Strese girenin imanından þüphe ederim!' demişti babam. Stresle ilgili kitaplar okuyan, zaman zaman 'stresle mücadele' konusunda seminerler veren biri olarak, cümleyi çok ağır bulmuş olsam bile,kafamın içinde cümle dönüp durdu uzun zaman. Yaşadığımız yüzyılın en önemli problemlerinden biri olan stres hakkında bu kadar kesin ve keskin bir ifade duymamıştım.Geçen yıl memlekette bir arkadaşla otururken hayatın sı kıntıları ve zorlukları konuşulmaya başlanınca bende kendisine stres ve stresle mücadele hakkında bildiklerimi anlatmaya başladım. Arkadaşım da benimle birikimlerini paylaşıyordu. Bir ara babamın söylediği 'Strese girenin imanından þüphe ederim!' lafını attım ortaya. Arkadaşım 'doğru bir cümle' dedi. 'Hatta bir insan stres yüzünden hasta olursa Allah o insana bunun hesabını bile sorar' dedi. * * * * * * * * *Stres, halkIn bildiği ve kullandığı anlamıyla, sıkıntıları kafaya takmak demektir. Sıkıntılar insanı mutsuz ediyor. Mutsuzluk insanı hasta ediyor. Kimisi hastalıklarla mücadele etmekten yoruluyor. Mutsuz ve hasta oluyor.Kimisi ailesiyle problemler yaşamaktan bunalıyor. Kimisi çocuklarıyla baş edememenin sıkıntısını yaşıyor.Kimisi maddi sıkıntılarla boğuşuyor.Kimisi çevresindekilerin kendisini anlamadığından dert yanıyor. Kimisi bir sevdiğini toprağa verince hayata küsüyor. Hayatta insanı strese sokan o kadar çok şey var ki. Herkes kendisine dert edecek bir sıkıntı bulabilir. Stresle iman arasında bir bağlantı var mı dersiniz?Sıkıntılarla dolu bir hayat denilince benim aklıma hep Peygamberler geliyor. Allah Peygamberlerin kıssalarını ayrıntılarıyla bize niçin aktarıyordersiniz? Okuyup, ibret almamız için deðil mi? Peygamberlerin hayatlarından yola çıkarak bazı sorular sormak istiyorum. Hz. Eyyüb'ü hastalıkla imtihan eden Allah, bizi de aynı imtihana tabi tutma hakkına sahip değil mi?Hastalığı kafaya takıp bunalıma giren insan 'Allah'ım beni niçin hastalıkla imtihan ediyorsunuz ki?' demiş olmuyor mu?Hz. Nuh'u oğluyla imtihan eden Allah, sizi evlatlarınızla imtihan edemez mi?Hz.İbrahim'i babasıyla imtihan eden Allah, sizi öz babanızla imtihan edemez mi?Hz. Lut'u eşiyle imtihan eden Allah'a, 'Beni niçin eşimle imtihan ediyorsun ki?' deme hakkına sahip olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?Hz. Yusuf'u kardeşiyle imtihan eden Allah, belki sizi de kardeşlerinizle imtihan ediyordur!Tüm peygamberlerin hayatları sıkıntı (imtihan) dolu olduğuna göre, bizim hayatımızda da bazı sıkıntıların olması hayatın bir parçası değil mi?Anne veya babasını kaybedince bunalıma giren bir insan Allah'a 'Benim annemi / babamı niye alıyorsun ki?' deme hakkına sahip olduğunu mu sanıyor?'En büyük acı evlat acısıdır!' denir. Bu acıyı yaşayan anne babalar 'Allah kimseye yaşatmasın!' derler. Alemlere rahmet olarak yaratılan Hz. Muhammed Mustafa'ya bile torpil yapmayan Yaratıcının, bize torpil yapmasını beklemeye hakkımızın olmadığını hiç düşündünüz mü? Beş defa evlat acısıyla imtihan edilmiş bir Peygamberin ümmeti olduğumuzu bilmek zorundayız. 'Kardeşim onlar Peygamber, biz insanız' diye kimse itiraz etmesin. Peygamberler de bizler gibi üzülen, ağlayan, Allah'a sığınan insanlardı. Allah tarafından özel seçilmiş oldukları gerçeği 'insanı' acılara tepkisiz kalacakları anlamına gelmez. Bize düşen hayatı doğru anlamaktır. Unutmamalıyız ki, Peygamberlerine torpil yapmayan Allah, bize de torpil yapmaz.
* * * * * * * *
Stres ile iman arasında ki ilişki kafamın içinde uzun zamandır dolanıyordu.Bir okuyucum bana öyle bir söz gönderdi ki, o sözü okuyunca kafamıniçinde dolanan cümleler köşe yazısına dönüştü. Bu yazıyı da o güzel sözle bitirmek istiyorum. Çok sıkıldığınız zaman bu cümleyi hatırlayın. Hatta bana kalsa pano haline getirilip ev veya işyerinin duvarlarına asılması gereken bir söz.Bir gün dünyaya ait büyük bir derdin olursa Rabbine dönüp, 'Benim büyük bir derdim var!' deme, derdine dönüp 'benim büyük bir Rabbim var!' de.
Sait ÇAMLICA