Wednesday, April 20, 2016

JAPONYA'DAN KOMŞUM GELDİ




Izgara ve İzakaya. Biri Türkçe biri Japonca. Haklı olarak İngiliz arkadaşlar Izgara Restoranı Japon sanmışlar. Bir kaç km ötede de İzakaya var çünkü. Türkçe ve Japoncanın benzer diller olduğunu ve birbirimizin dilini kolay öğrenebileceğimizi öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Üstelik de çok geç öğrendiğim bir bilgi.

Japon harflerini düşününce iki dil arasında bir benzerlik olması pek olası gelmiyor, hele de korkumuzdan set inşa etmiş eski komşularımız Çinlilerin dili ile bir dil akrabalığımız olmayınca. Şimdi nasıl olup da Çin atlanıp, taa Japonya ile böyle bir benzerliğimiz olabilir? Japonca da eklemeli bir dil bizimki gibi. Kelimelerin sesleri de çok benziyor. Şimdilik Japonca öğrenmek yerine arkadaşıma Türkçe öğretiyorum 😀 Konuşmayı öğrenmek kolay olabilir ama Japonca yazmaya sıra gelince çuvallayacağımızdan eminim.

Japonlar görenek olarak da bize çok benziyor. Giden tabak boş gelmiyor mesela. Daha önce bir apartmanda otururken yemek yapar komşulara dağıtırdım. İngiliz komşum tabağımı yarım saat sonra yıkanmış olarak getirir ve teşekkür ederdi. 3 yıl boyunca tabağı hiç dolu getirmedi ama başka şeyler verirdi o da. Iraklı komşum ise tabağı boş göndermeyeceğim derken aylarca tutar sonra her birimizin tabağını öbürüne verir, kaybederdi. Bu noktada İngiliz komşumu daha takdir etmişimdir. Hintli ve Pakistanlılar da tabağı boş getirmemek konusunda aynı geleneğe sahipler.

Sokağımız Londra'ya çalışmaya gelen Japonların tercih ettiği bir sokak ve yan tarafımdaki eve sadece Japon kiracı alınıyor. 6 yılda 4 aile geldi. Her yeni taşınan Japon komşum ben daha "hoş geldiniz" diyemeden, ma-aile kapımda, mükemmel paketlenmiş bir kutu bisküvi ile belirir ve kendilerini tanıştırırlar. Şimdi karşımdaki evde de bir Japon aile var.

Genelde Japonlar çok çekingen ve saygılı insanlar olduklarından arkadaşlık kurmak kolay olmuyor ama karşımdaki komşum, kocası İngiliz olmasına rağmen kendisi İngiliz de kocası Japon gibi. Bu alışılmışın dışındaki Japon, Soko ile iyi arkadaş olduk. Paskalya tatilinde ailesini ziyarete gittiği Japonya'dan hediyelerle geldi. Ben de aynı dönemde Istanbul'a gitmiş olunca karşılıklı hediyeleştik.

Bizdeki prezantasyon eksikliği konusunda özür diledim. Paketleme konusunda ellerine su dökemeyiz. Çevre konusunda hassas biri olarak teker teker paketlenip güzel bir kutuya konmuş, üzerleri tekrar kağıtla kaplanmış, sonra ayrıca kutusu güzel bir kağıtla sarılmış bisküviler hoş görünse de beni strese soktuğundan bizim paketleme özrümüzden şikayetçi değilim aslında.


Hediye çantamdan küçük bir çay kutusu, bir paket yeşil çay, ipek bir fular ve pirinç krakerleri çıktı. Tepelerinde insan kafası figürleri olan bu nesnelerin ne olduklarını anlamakta zorlandım tabii. Diller benzer dedikse o kadar da değil!


Soko'nun babası da bana Japon işi lakör mouse pad göndermiş ve lakör üzerine bir kaç sayfa bilgi eklemeyi de unutmamış.



"Aa baban bana niye hediye gönderdi?!" diye sorunca, "sen de ona helva gönderdin ya" dedi. Unutmuşum. Bunu bir Batılıya yapsaydım böyle bir karşılık olmazdı. Yahudi arkadaşlarım hariç. Onlar da bize benziyorlar arkadaşlık ve aile konusunda.

Japon'larla ilgili başka bir şaşırdığım bilgi de erkeklerin karılarını çok dövdüğü idi. Soko bunun eski nesilde çok olduğunu hatta kadının erkeğin 3 adım gerisinde yürümek zorunda olduğunu anlatınca da güldüm. Bu benzerlik de olmayıversindi ama!

Sonra Soko ile bahçede oturup annemin pişirdiği kuymağı yedik. Soko restoranlarda bulamayacağını öğrendiği bir yemeği yeme şansına sahip olduğu için çok mutluydu. Telefonundan bana bir kaç yemek masası resmi gösterdi. Tokyo'dayken teyzeleri onu yemeğe davet edip en özel yemekleri pişirmişler. Aynen bizdeki gibi. Ben de o masalarda olmak istedim.

- Posted using BlogPress from my iPhone

No comments: