Friday, January 15, 2010

KOMŞUM AÇKEN....

Nasıl bir başlık atacağımı bilemedim bu yazıya. Öyle bir başlık olmalıydı ki dikkati çeksin. Çeksin de insanlar izlesin. Ne de olsa görüntü sözden etkili. Tekrardan zarar gelmez. Hayat kavgasında hafızamız cok kısa kalıyor.
Aşağıda bağlantısı olan film 2006 yılındaki Berlin Film Festivalinde açılan bir kısa film yarışması davetinin sonucunda ortaya çıkmış. Film konusu YİYECEK, TAT ve AÇLIK. 3600 film başvurusundan sadece 32 tanesi gösterilmek için seçilmiş. Aşağıdaki film ise en başarılı olarak aralarından sıyrılmış. Öyle saçma sapan, “art house” kasıntısı bir film değil; 6 dakikalık gerçek bir hikaye. İnsan olanı insanlığından utandıran bir gerçeklik bu.
Ben kıtlık kuşağından gelmiyorum ancak çok şanslı bir çocuk olarak o kuşaktan gelme büyüklerimle çok fazla vakit geçirmiş ve öğrettiklerini hiç unutmamışımdır. Onlar sofraya dökülen ekmek kırıntılarını bile parmaklarını ıslatıp toplar ve yerlerdi. Tabakta bir tek pirinç tanesi bırakılmazdı. Her şey ölçülü kullanılır, hic bir şey ziyan edilmezdi. Lahananın yaprakları dolma, sapları turşu olurdu. Tabağında yemek bırakan azarlanırdı. Bir de “tabağı sünnetlemek” diye bir şey vardı. Tabak son ekmek lokması ile öyle bir sıyrılırdı ki pırıl pırıl olurdu. Zaten öyle bilmem kaç çeşit yemek yapılmazdı çünkü çok yemenin sağlığa zararlı ve günah olduğuna inanılırdı. Anneanneme yeni bir giysi almak da mümkün değildi. Eskileri yamar yamar öyle giyerdi.
O zamanlar Afrika’daki açlardan kimsenin haberi yoktu, ama büyüklerimiz kendi açlıklarını iyi hatırlıyorlardı. Onlar toprak işleyen,ancak toprağın onlara cömert davranmadığı insanlardı. Onlar için her bir tane, binlerce tane demekti ve altın kadar değerliydi.
Bunlar bende o kadar etkili oldu ki hala bir şeyleri çöpe atarken elim titrer, görebildiğim sürece ışığı açmam, her şeyi atmadan önce bir süre bekletir ve “acaba bununla başka ne yapabilirim” diye düşünürüm. Eski giysilerin düğmelerini keser saklarım, kalanını toz bezi yaparım. Oldukça sinir bozucu olduğunu itiraf edeyim. Bu güne kadar yaptığım hiç bir harcamanın keyfini bu nedenle sürememişimdir. Bu nedenle İngiltere’de hayır kurumlarının işlettiği ikinci el mal satan mağazaları çok takdir ediyorum. Keşke Türkiye’de de olsa. Burada en zengin semtlerde bile var ve kimse ikinci el almaktan utanmıyor. Devlet bile destekliyor. Amaç geri dönüşüm. Peki benim halkımın kasıntısı ne?
Üniversitede Malthus’un kıtlık teorisini okuduğumuzda “tamam işte bak herkes biliyor” dedim ama baktım ki bana çok mantıklı gelen bu yaklaşımı ekonomistler çok kötümser bulmuşlar. Efendim dünyamızda hepimize yetecek kadar gıda varmış. Hadi buyrun bakalım şimdi niye ağız değiştirdiniz? “Dünyamız bu nüfusu besleyecek kapasiteye sahip değilmiş”. Malthus bunu 18. Yüzyılın ortasında gördüğünden beri ne yapıldı? Yapılan şey açık; sorumsuz savurganlık! Bu savurganlığın sonucu; aç kalan milyonlar. Biz çok yediğimiz için aç kalan milyonlar. Burada en büyük suç Amerika’lılarda, çünkü dünyanın en çok tüketen halkı hala onlar.
Biz ne yapabiliriz? Yapabilecegimiz birinci EN EN BASİT sey daha az tüketmektir. Unutmayalim ki dünyamızın üretimi sınırlı. Biz çok tükettikçe geliri düşük olanların hakkından yiyoruz ya da biz fazla tükettiğimiz icin fiyati çok yüksek oluyor onlar için. Aç insanların ülkesinin üretimi daha fazla para yapmak için bizim gibi savurganların ülkesine satılıyor. İkinci en basit şey ise daha az çocuk yapmak. Dünya nüfusunun tehlikeli boyutlara ulaştığı konusu bu günlerde çok konuşuluyor.
http://www.cultureunplugged.com/play/1081/Chicken-a-la-Carte

No comments: