Friday, December 08, 2006

EĞME BAŞINI EZERLER BAŞINI

Yer LSE, tarih 28 Kasım 2005, konu “Türkiye ve Politik İslam“. Tekrar tekrar duyduklarımızın yanında millet vekili Dr. Denis Macshane’nin söylediği bir cümle şaşırttı bizi.

Efendim Almanya’daki Türklerin oraya entegre olamamasının sorumlusu Türk devleti imiş. Türkiye vatadaşları Türk kalsınlar ve döviz göndersinler diye Alman vatandaşı olmalarına izin vermemiş. Bakın siz!! Yahu nerede bizde öyle sistemli hareket? Devletimiz özellikle destek oluyor vatandaş olun diye ve bunun için çifte vatandaşlığı bile kabul etmiş durumda. Engel olan Almanya. Çifte vatandaşlığı tanımıyor. Yani ya Alman ya Türk olacaksın. Bizimkiler de aynen boynuna haç taktığında sanki dinin değişecekmiş gibi pasaportlarını değiştirirlerse de hepten Alman olacaklar diye vatandaş olmuyorlar. Sanırsınız ki bir gecede dillerini, dinlerini, köklerini unutacaklar. Bu kadar kısa görüşlü olunabilir mi? Olunuyor işte. Ondan sonra bir MP kalkıp asılsız ithamlarda bulunuyor, suçu devlete atıyor. İşin kötüsü bu adamı dinleyenler de konuyu iyi bildiğini sanıp inanıyorlar.

Ama bize müstehaktır! Devletimizin, vatandaşlarına, “aman oralarda gavur olup çıkmayın, kökünüzü unutmayın” demesine gerek yoktu ki. Tersini de söylese bir şey değişmeyecekti. Vatandaşımız kendi işini bildiği gibi gördü. Yaşadığı ülkenin dilini öğrenmeyi, insanları ile kaynaşmayı red etti. Bir Türk’ün ne olduğunu onlara gösterdi; değişmesi zor olan bir insan cinsi! Haşmetli Türklerden sonra uyumsuz ve kaba Türkler! Ondan sonra Avrupa tabii ki korkar “bunlardan daha fazlası gelirse ne yaparız” diye.

Azınlıklar olarak yaşadığımız topluma uymakla yükümlüyüz. Ancak Türk deyince hepimizin aklına, engelleri ve kuralları nasıl aşacağını düşünen şark tüccarı geliyor. Her şeyin bir kopyası, bir kaçar yolu var.

Beçika’da neredeyse tüm İtalyan lokantalarının sahşiplerinin ve çalışlanlarının hatta yemeklerinin Türk olduğunu fark ettiğimde sordum “neden Italyan da Türk lokantası değil?” diye. Cevap “abla şimdi Türk lokantası olsa bunlar gelmez biliyon mu?”

Amerika’da bir süre bulunmuş eski bir personelim de orada çalışırken icat ettiği ve çok satılan bir kurabiyeden övünçle bahsederdi. Kurabiyenin adı ne dersiniz! “Rum kurabiyesi”! Niye? Çünkü Amerikalılar Rum yemeklerini seviyorlarmış, Türk derse o kadar ilgi olmazmış.

Burada da kısıra “kuskus” dediklerini görünce çıldırmıştım. “Abla bulguru kuskus diye biliyorlar burada”. Ne alakası var! Bir kere kuskus irmikten yapılır. Kuskus diyeceğine niye onlara bulguru öğretmiyorsun?

İşte biz böyle kolay yolu seçmeye meyilli, kendini ve kültürünü tanıtmak için mücadele etmektense başkalarının izini takip etmeyi tercih eden bir milletiz. Rahatımız bozulmasın diye de hiç bir şeye itiraz etmeyiz. Allah muhafaza ya biri bize takarsa... Kendi kültürünü kendisi bilmeyen ve kendini bile savunmaya korkan insanlar olarak damgalandık.

İşte en güzel örneği 3 yıldır koyun gibi uyutulan Ankara Antlaşması mağdurları. Hakkını aramaya kalkanlar, hukukun temsilcileri tarafından engellendi. “Aman kardeşim sakın kızdırma oradaki adamları vallahi takarlar sana”. İşte, topluma karışmazsan her yeri aynı sanırsın. Sanki müvekkilin görevidir Avrupa Birliği hukukuna göre bir vizenin en fazla 60 gün içinde olumlu veya olumsuz olarak cevaplanması gerektiğini bilmek. Tek korku vardır burada; mücadele etmek! Ondan sonra hakkını savunamayan bilmem kaçıncı sınıf insan vasfını alırız ve ona göre davranılırız.

Veya daha basitçesi, biz eşşek olduğumuz sürece sırtımıza semer vuran çok olur!

01 Aralik 2006
Londra

No comments: